GONCASI RAFYALI GÜLLER

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 2

GONCASI RAFYALI GÜLLER

Çiçekçi İbrahim’in dükkânı küçük meyhanenin tam karşısındaydı. O gece geç vakitlere kadar beklemiş, doğru dürüst bir iş yapamamıştı. Tezgâhın altına sıkıştırdığı tüp-ocağın ateşi, ellerini bile ısıtmaya yetmiyordu. Hafiften serpiştiren kar, dükkânın önündeki çiçeklerin yapraklarını beyazla örtmeye başlamıştı.

Meyhaneyi terk eden müşteriler, gürültülü muhabbetlerini ve dizgin tutmayan kahkahalarını da beraberlerinde götürüyorlardı. Çiçekçi İbrahim’e, derin bir sessizlik bırakıyorlardı.

Meyhanenin kapısı son kez açılıp kapandı. Üç kişilik genç bir gruptu gecenin son rakıcıları. İçlerinden biri, çiçeklere yöneldi. İbrahim’in önünde durdu. "Merhaba" dedi. Sohbet etmek isteyen bir sarhoş mu, yoksa çiçek almak isteyen bir müşteri mi? Anlayamadı İbrahim. Ayağa kalktı, selamını aldı. "Buyur abi." Haydi hayırlısı, bakalım ne olacak?

- Güllerin çok güzel.

- Daha bugün aldım mezattan.

- Gel seninle yazı tura atalım.

- Sen kaybedersen bir gül ver, ben kaybedersem parasını alırım.

İbrahim, o gün kumar oynayacak durumda değildi aslında. Genç adamın yüzüne bir daha baktı, numara mı yapıyordu acaba? Son müşteri, fark etti o inceleyen bakışı. "Ben Hakkı" dedi, elini uzattı, tokalaştılar. "Tamam abi, istediğin gül olsun."

Hakkı, cebinden bozuk para çıkardı. "Yazı" dedi İbrahim. Tura geldi. İtiraz etmeden kırmızı bir gül çıkardı kovadan uzattı. Hakkı bir daha attı parayı havaya. Yine kazandı. Ve sonraki fırlatmalarda da para hep onun istediği biçimde düştü avucuna. Kovadaki güller tek tek azalıyor, bunu gören iki arkadaşı da Hakkı’yı ikna etmeye çalışıyorlardı. "Yeter artık, bırak. Adamı batıracaksın." Vakit gece yarısını çoktan geçmişti.

İbrahim de hep kaybediyordu ama üzgün değildi. Hakkı ile hoş bir sohbet tutturmuşlardı. Memleketler, meslekler, havalar, iş durumları anlatılmıştı karşılıklı. Yazı tura oyunu, Hakkı’nın kovadaki son gülü de almasına kadar sürdü. Kova bomboş kalınca oyun sona erdi, sohbet uzayıp gitti.

Nice zaman sonra gitmek aklına geldi Hakkı’nın. Kucağındaki gülleri kovaya bırakmak istedi. İbrahim izin vermedi, "Olmaz kazandın hepsini." Alırsın, almazsın derken, bir orta yol bulup anlaştılar. Hakkı ve arkadaşları birer kırmızı gülü, sarıp sarmalamadan, öylesine ellerine alıp ayrıldılar oradan...

ERİVAN’IN KIZLARI VE GÜLLERİ

"Kırmızı gül kumarı"nın üzerinden 10 yıl mı, 15 yıl mı geçti hatırlayamıyorum. Uzun zaman önce yaşanan bu olayı yeniden çağrıştıran, Erivan’da gördüğüm güllerdi. En az İbrahim’in gülleri kadar kırmızı ve diriydiler.

Ermeni kızlar, yeni açılmış bir pizzacının dört masalı minik bahçesinde kıkırdaşıyorlardı. Biz de yan masada siparişlerimizi vermiş, etrafa bakınıyorduk. Dört genç kızın oturduğu masaya iki yeniyetme oğlan yaklaştı. Bayramlıklarını giymişlerdi. Takım elbiseleri, kravatları üzerlerinde iğreti duruyordu.

Her iki oğlanın da ellerinde kocaman kırmızı gül demetleri vardı. Görmemle çarpılmam bir oldu. Gül demetleri, şeffaf plastiklere sarılmış, plastiklerin üzeri de ikişer kez dolaştırılan kırmızı rafyalarla ayrıca süslenmişti. Bu kadarla kalsa iyi. Her gül goncasının etrafına tek tek saçaklar halinde kesilmiş kırmızı rafyalar sarılmıştı. Belli ki, goncaların saçaklı rafyalarla daha güzel olacağı düşünülmüş, epeyce emek harcanmıştı!

Yerimden fırlayıp o rafyaları sökmek geldi içimden. "Güller, başlı başına güzellik değil mi? O çirkinliklerle süslemeye ne gerek var?" diye bağıracaktım. Tabii bu çılgınca düşünce aklımdan çabucak gelip geçti. Rol çalmaktan vazgeçtim, kızların gülleri büyük bir mutluluk içinde alıp koklamalarını, oğlanların kızların omuzuna dokunmaktaki ürkekliklerini izledim sessizce.

Rafyaya isyanım, Türkiye’deki kimi çiçekçilerin süsleme anlayışlarından kaynaklanıyordu. Güzelim kır çiçeklerinin cicili bicili plastiklere sarılmasından, çiçek saksılarına çubuklar saplanıp etraflarına rafyalar iliştirilmesinden, gonca güllerin şeffaf kapaklı kutulara konulmasından nefret ediyordum. Kimsenin çiçeğine karışmıyor ama eğer bana gelmişse ilk iş olarak o abuk süslemeleri yırtıp atıyordum. Hele saksılardaki rafyalara asla tahammül edemiyor, nerede görürsem hemen söküyor, sadeliğin güzelliğini zevkle yudumluyordum.

BARZANİ’NİN PLASTİK ÇİÇEKLERİ

O güzelim çiçeklerin artık kendileri gibi kokmamasına üzülüyorum. Güller, frezyalar, zambaklar ve bilumum çiçekler, eskisinden daha güzel görünüyorlar belki fakat kokuları yok. Çiçeklerin doğal kokularının yerini plastik kokusunun alması ise ayrı bir felaket.

Kuzey Irak’ta gezerken büroların, evlerin başköşelerini plastik çiçeklerin süslediğini gördüm. Barzani bölgesinde ne fabrikalar vardı, ne ekonomik aktivite. Durum böyle olunca çiçekçilik de sektör olarak gelişmemişti. Çiçek yetiştirilemeyince insanlar özlemlerini alacalı bulacalı plastik çiçeklerle gidermeye çalışıyorlardı. Hazır sepetlere yerleştirilen plastik çiçekler, şeffaf ambalaj kâğıtlarına sarılıyor, üzerine enlemesine yapıştırılan bir bantla gönderenin adı yazılıyordu.

Erbil kenti polis şefinin odasında onlarca plastik çiçek sepeti gördüm. Polis şefi, plastik çiçeklerini, koltuğunun arkasına, masasının karşısındaki duvara gurur abideleri olarak sıralamıştı. Bir demet güzelim nergisi de  bir bardağa sıkıştırmış, sehpanın kenarına bırakmıştı. Nergisler boyunlarını bükmüşlerdi, hak etmedikleri yerdeydiler.

Çiçek kültürü ile kadınların makyaj anlayışları arasında acaba bir ilgi var mı, sorusunu sordum kendime. Belli ki, bölgedeki kadınlar, modern makyaj malzemeleri ile yeni tanışıyordu. Erbil ve Selahattin kentleri arasında rastladığım düğün halayındaki iki genç kız, bunun açık kanıtıydı. Uzaktan bakınca hasta sandım. Yüzleri bembeyaz, dudakları ise tam tersine kıpkırmızıydı. Merakla yaklaşınca anladım ki, daha güzel görünmek adına yaptıkları makyajdı onları öyle garip gösteren. Aynı acemilik gelinin yüzünde de kendini gösteriyordu. Zaten başkaca makyaj yapan da yoktu.

Ne garip, Ermenistan’daki kadınların da makyaj sorunu vardı. Alışık olmadıkları ürünlerle yüzlerini acemice kapladıkları hemen belli oluyordu. Abartılı kırmızılıklar dikkat çekiyordu birçok kadının yüzünde. Tabii aralarında makyajı, güzelliklerini pekiştirmek için ustaca kullananlar da yok değildi.

Türkiye’deki kadınlar, bu açıdan ne Ermenistan, ne de Kuzey Irak’taki kadınlarla karşılaştırılamayacak düzeyde. Kadınlarımız, sürme, rastık, allık, kına, taş pudra gibi geleneksel malzemelerden çoktan uzaklaştı; yeni malzemelerle makyajda epeyce ustalaştılar.

Kadın makyajlarıyla aynı dönemde çiçek düzenlemeleri de yetkinleşti. Modernleşme, çiçek kültürüne de yansıdı. Kentlerde teneke kutulara sıkışan çiçek yetiştirme aşkına, seralar özgürlüğünü yeniden verdi. Çiçekçilik, serpilip sektöre dönüştü; giderek, çiçeklere tapınmayı öğrendiğim ülke Hollanda’yı anımsatır oldu. Orada çiçekler, başlı başına bir güzellik, insanlardan ayrı tutulamayacak bir alışkanlıktı. Çoğu kez, demetler bir beyaz kâğıda sarılıyordu o kadar. Ne plastikler, ne rafyalar vardı...

Bizde de artık özellikle büyük kentlerdeki çiçekçiler bu yola girdi; çiçekçilerimiz, şeffaf naylonları, plastik malzemeleri bıraktı; krapon kâğıtlar gibi doğal ürünler kullanır oldu. Zeki Müren’in yıldızının parladığı yıllardaki gibi kocaman fiyonklu, abartılı çiçek süslemeleri terk edildi.

Dahası, yeni yasa çıktı geçenlerde, artık çiçekçiler diplomalı olacak; mesleğe yeni başlayacaklar Çıraklık Meslek Okulu’na gidecek, renk uyumundan çiçek düzenlemesine kadar çiçekle ilgili her konuda eğitim alacaklar.

Beni üzen tek nokta, çiçek kültüründeki bunca gelişime rağmen iktidar sahiplerinin kendilerini yenileyememeleri. Siyasetçilerimiz ve de bürokratlarımız bir türlü çiçeklerle barışamadılar. Halbuki, çiçekle barışabilselerdi, hayatla da barışabilirler ve tasarruf deyince akıllarına önce gazete sonra çiçek gelmezdi!

Hele cenazelere, düğünlere çiçek gönderilmemesini istemeyi akıllarından bile geçiremezlerdi. Çiçek göndermek yerine bir vakfa yardım edilmesi, nasıl aynı kefeye konabilir? Düşünsenize bir gencin, sevgilisinin eline bir gül yerine falanca vakfa bağış makbuzunu tutuşturduğunu!

Komik olmaz mı?

Faruk Bildirici / Tempo / 14-21 Aralık 2000