GECEKONDU NÖBETİNİN DEĞİŞEN YÜZÜ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 140

GECEKONDU NÖBETİNİN DEĞİŞEN YÜZÜ

Birileri oturup gecekonduların siyasi tarihini yazsa ya da belgeselini çekse, bir zamanlar "halkımızın gecekondusu yıkılmasın" diye geceleri nöbet bekleyen gençlere ağıtlar yakardı.

1970’lerin ortalarıydı. Köyden kente göç hızlanmış, dolayısıyla pıtrak gibi çoğalan gecekondular da kentlerin etrafını sarmaya başlamıştı.

Belediyelerin gücü yetmiyordu hazine arazileri üzerindeki bu yapılaşmaları önlemeye. Zabıtaların polis desteğiyle yıktıkları evler, ertesi gün yeniden yükseliyordu.

Solcu gençler, bu kavgada taraf olmak zorunda hissettiler kendilerini. Gecekonducuların hazine arazilerinin üzerine bedavadan konma uyanıklığını, "gariban halkımızın devlet ile çatışması" olarak görüyorlardı.

Kavgaya destek vermeyi, devlete karşı mücadele ve halkla (ya da başka bir deyişle proletarya ile) bütünleşme yolunda atılmış önemli bir adım kabul ediyorlardı. Gecekonducuların yanında yer alarak, onları bilinçlendirecekler, devrim yolunda girişilen örgütlü mücadeleye yeni yoldaşlar kazanacaklardı!

Sol örgütler arasında bu konuda ciddi bir yarış yaşandı. Her örgüt, kendine "kurtarılmış bölgeler" yaratma yolunda bir adım da atarak, belirlediği alandaki gecekonduculara destek vermeye başladı.

Örgüt üyesi gençler, zabıta ve polis gelip de evleri yıkmasın diye nöbet tuttular. Gençlerin gecekondu nöbetleri, kimi kritik zamanlarda gecelere değin uzadı. Çoğu üniversite öğrencisi olan gençler, kim bilir kaç şafağı gecekondu nöbetlerinde karşıladılar!

Özellikle İstanbul ve Ankara’da birçok gecekonducu, hiçbir art niyet taşımadan kendilerine yardım etmelerini şaşkınlıkla karşıladığı bu gençlere minnet duydu. Gençler ise onlara acıma duygularıyla yaklaşıyor, onları korumasız ve hatta çok da saf buluyorlardı.

Ama kimin saf, kimin uyanık olduğunun açığa çıkabilmesi için 15-20 yıl geçmesi yetti. O gençlerin bir bölümü üniversiteyi bile bitiremedi, hapislerde, sürgünlerde geçirdi ömrünü. Şanslı olanları iş güç sahibi oldu ya da üniversiteyi bitirip, diplomalı olarak yaşama atıldı.

Bir ev, bir daire sahibi olabilmek için yıllarca emek harcamaları gerekti bu gençlerin. Fakat onların bir zamanlar yıkılmasın diye önünde nöbet bekledikleri gecekonduların yerinde apartmanlar, villalar yükseldi. O gecekonduların sahipleri de kolay yoldan birkaç daire sahibi oldular.

Türkiye’ye özgü, sıradan kabul edilen bir çelişki bu! Trilyonlara konan eski gecekonducuların çoğu, bir zamanlar kendileri için nöbet tutan o gençleri hatırlamıyorlardır bile. Hatırlayan uyanıklar da "Ne saf çocuklardı onlar" diye gülüp geçiyorlardır herhalde...

Gecekondularda yaşanan bu dramatik olay, günümüzde tamamen farklı bir görünüm kazandı. 1970’lerin saf devrimci gençleri, askeri darbeyle birlikte gecekondulardan büyük ölçüde çekilmişti. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren onların bıraktığı boşluğu İslamcılar doldurmaya başladı.

Kentlerin varoşlarını İslamcı siyasal örgütler, tarikatlar, partiler aldı. Kente göçen nüfusun yoğunluğunun artmasının da etkisiyle gecekondulaşma eskisiyle kıyas kabul etmeyecek kadar hızlanmıştı. İslamcı örgütlenmeler, yer yer gecekondu mafyasıyla da iç içe geçerek, kentlerin civarındaki hazine arazilerinin, orman alanlarının yağmalanmasında önemli rol oynadılar. Üst üste gelen aflardan da yararlandılar.

Yalnız İslamcılar, 1970’lerdeki gençler gibi nöbet bekleyip, "gariban halkımız"ı mülk sahibi yapmakla yetinmediler. Klasik gecekondu anlayışının da dışına çıkarak, İslami yaşam tarzının hâkim olduğu "siyasi kampüsler" yarattılar. Buraları hem oy depoları, hem de mali kaynak alanı haline getirdiler.

Kendilerine de çalıştılar. Bir yandan siyasi örgütlerine büyük maddi olanaklar sağlarken, bir yandan da kişisel servet sahibi oldular.

Ve tabi bütün bunları yaparken kendi içlerinde hiçbir vicdani sorun yaşamadılar. Çünkü onlar İslam adına mücadele ettikleri için laik devletin arazilerine el koymaları mubahtı! Her şeyi "dava" kılıfına uyduruyorlardı böylece.

Dikkat edin, bu cenahtan siyaset sahnesinde yükselen isimlerin önemli bir bölümünün portföyünde mutlaka hazine ya da orman arazisi üzerine kurulmuş villa ve arsa yer alıyor.

50 dönüm orman arazisine "tapulu arazim" diye sahip çıkıp affettirme hazırlığı yapan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, bu isimlerin sadece bir örneği. Ama kuşkusuz en çarpıcı örneği...

Herkese ahlak dersi veren bu kesimin, kendi ahlak anlayışlarını sorgulamalarının zamanı hâlâ gelmedi mi?

Faruk Bildirici / Tempo / 7-13 Ağustos 2003