FRENLERİMİZİ BOŞALTIP DÜŞLERİMİZİ ORTALIĞA SALSAK

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 1

FRENLERİMİZİ BOŞALTIP DÜŞLERİMİZİ ORTALIĞA SALSAK

Parkın duvarındaki yazıya vuruldum. Doğrusu hem sözcükler, hem yer seçimi çok başarılıydı. Tam köşeye, insanların gelip geçtiği ve gözlerinin takılmamasının neredeyse imkânsız olduğu noktaya irice harflerle nakşedilmişti:

- Sistemden neden yakınıyorsun, sistem sensin...

Sprey boyayla yazılan eğri büğrü beş sözcüğün altında hiçbir imza yoktu. Hani televizyonda, sinemada, görüntülerin arasına fark ettirmeden konulan tek karelik gizli reklamlar gibiydi. Gözler bilinçsiz bir eylem olarak yazıyı okuyor ve kayda geçiyordu.

Peki sonra? Eğer ne söylenmek istendiğini algılamak niyetinde değilsen suçlamayı hiç önemsemiyor; görüyor ama görmemiş gibi yürüyüp gidiyordun o yazının önünden.

Fakat yaşama kafa yoran biriysen o sözcüklere takılmadan geçemiyordun oradan. Gacır gucur dönüp duran yaşam çarkı içerisinde küçük bir dişli olarak üstlendiğin rolü zaten sorguluyorsan adımların ister istemez ağırlaşıyordu. Çanlar kafanın içinde çalıyor, zonklayıp duruyordu aynı sözcükler; "Sistem sensin... Sistem sensin..."

O an içinden, kalabalıklardan uzaklarda olmak, bir vadinin yeşillikleri, derinlikleri arasında debelenmek geçiyordu. Çığlıklar atmak, bağırmak istiyordun!

"Ey sistem, ben yaratmadım seni. Ben sadece kurbanlarından biriyim. Zorunluluklardan örülen bir kozada yaşamıyor muyum? Oysa ben geleneklerden, kurallardan, dayatmalardan nefret ediyorum. Onlar herkes gibi benim de yaşamıma sinsice girdi.

Zorunluluklarımın yaşamımda giderek özgürlüklerimden daha büyük yer kapladığını fark ettiğimde dizginler çoktan elimden kaçmıştı. Sistemin ele geçirdiği bir bireydim artık. Ey sistem, al geleneklerini, al kurallarını, al zorunluluklarını ver özgürlüğümü!"

Belki gerçekten böyle haykırabilseniz rahatlayacaksınız. Ama maalesef vadiler uzaktadır, siz şehirde, parkın ortasındasınız. Yürümek zorundasınız; bitirilecek işler, gidilecek evler, verilmiş sözler vardır...

OTO SANSÜR KURBANI DÜŞLER

O yazıyı ilk gördüğümde ben de duraklamadan edemedim. Düşündüm, sistem ben miyim? Evet, iyi bir soru, ben bu soruya yanıt bulmalıyım. Ama iyi de kim, hangi hakla bu soruyu soruyor? Ben sistem isem, o sistemin neresinde?

Yazının sahibini aramaya başladı gözlerim. "Ben yazsaydım, oralarda oturur insanların tepkisini izlerdim. Mutlaka o da oturup bir kenardan gözlüyor, belki de eğleniyordur" diye düşündüm. Tabii yazının mucidini keşfedemedim.

Olsa olsa bir genç yazmıştır bu yazıyı! Henüz düşlerini yitirmemiş, düş dünyasının sıcaklığını avuçlarında hisseden bir gençtir. Hâlâ düşlerini koruyan, düşlerinin izinden yürüyen insanlar olması ne güzel!

Oysa bu toplumda düşleri yok etme eğitimi erken yaşlarda başlar; kimileri ergenliğe ulaştığında, çoğunluk ise en fazla orta yaş kuşağında düşlerini frenlemeyi öğrenir.

Hiç unutmadım. Kızımı ilk kez kreşe göndermiştik. Aradan birkaç gün geçmişti ki, öğretmen çağırdı:

- Kızınızla ilgili bir problem var. Hayal dünyası çok geniş. Biraz ilgilenin lütfen.

Anlamamıştım, 4 yaşındaki bir çocuğun hayal dünyasının geniş olmasının neresi kötüydü? "Nasıl yani?" dedim.

- O hayal dünyasında yaşıyor.Bu kadar hayalperest olması iyi değil.

Öğretmenin yüzüne baktım. Ne yazık ki söylediklerine inanıyordu. Yüz çizgileri henüz fazla derinleşmemişti ama gözlerinde düş pırıltıları çoktan yitmişti. Sistem ile öylesine bütünleşmişti ki, "düş-kırıcılığı"nı kendine iş edinmişti.

Yıllar önce böyle bir öğretmen ile tanışmış bir kişi olarak, "Türkiye’de hayal gücünün de sansürlü" olduğundan yakınan Prof. Dr. Şerif Mardin’e hak vermemem imkânsızdı:

"Genellikle Türkiye’de düşünceye konan sansürün bir dış sansür olduğu anlatılmıştır. Ben ise devam eden bir iç sansürün buna sebep olduğunu sanıyorum. Hayal gücü bir şekilde sansürlü olan yazar Borges gibi yazamaz, romanları bir yaşlı gözlü serzenişten öteye gidemez."

Mardin’in, edebiyatçılarımızla ilgili yaptığı saptama sanırım ayrı bir tartışma konusu. Ancak üzerinde durulması gereken bir nokta var ki, o da Türkiye’de oto sansürün, düşünce yaşamımız üzerinde dış-sansürden etkili olduğu...

SEZER’İN DÜŞLERİ KUYTUSUNDA MI SAKLI?

Oto sansür insanların yüzüne yansır mı? Bence evet. Sokaklarda yürürken, insanlarla konuşurken çoğu kez aynı duyguya kapılıyorum. Kendisi gibi olmak yerine bulunduğu ortam ve duruma uygun yüz ifadesini takınmayı içgüdüsel bir davranış biçimi haline getirmiş kişilikler algılıyorum.

Hele bir de Cumhuriyet kuşağı ile karşı karşıyaysam onların fren seslerini bile duyuyorum. Çünkü onlara, küçük yaşlardan itibaren kendilerini dizginlemeleri, toplumsal rollerini hep bireysel mutluluklardan daha önde tutmaları öğretilmiş. Kesinlikle bu kuşağı karalamak değil amacım. Sorunum sadece düş dünyaları ve fren sistemlerinin gereğinden daha güçlü olması nedeniyle çoğu kez kişiliklerini bastırmaları, düşlerini hep kuytu köşelere atmaları, oralarda gizlemeleri.

Nedense Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de bende aynı izlenimi uyandırıyor. Yüzünden eksik olmayan donuk ifadeyi her gördüğümde fren sisteminin ne kadar güçlü olduğunu düşünmeden edemiyorum.

O nedenle de Sezer’in, Yunanlı yazar Kostas Mourselas’ın "Kızıla Boyalı Saçlar" adlı kitabını aldığı haberlerini ilgiyle okudum. Acaba Sezer’in okuduğu kitaplar ile kişiliği arasında doğrudan bir ilişki var mıydı? "Kızıla Boyalı Saçlar"a bakarak, nerede doğduğu, nasıl bir hukuk adamı olduğu dışında Sezer’in kişilik özellikleriyle ilgili yeni ipuçları bulabilecek miydim?

Gerçi Sezer’in bu kitabı seçmesi tamamen tesadüfî de olabilirdi. Abdullah Öcalan’ın okuduğu kitapların listesi de gazetelerde yayınlandı; Nuri Ergin’in okuması için cezaevine götürülen kitaplar da. Ancak her ikisinde de kitapları kendileri doğrudan seçmemişlerdi ve bildiğimiz kişilik özelliklerine göre farklı bir dağılım gösteriyorlardı.

Sezer de sadece son dönemde moda olduğu gibi çok satan kitaplar listesine bakarak, rafta görüp kapağını beğenerek ya da bir tavsiye ile almış okumadan bir kenara bırakmış olabilirdi. Nedenler bu ise "Kızıla Boyalı Saçlar" ile Sezer’in kişiliği arasında ilişki kurmak ne derece mümkün olabilirdi?

Bu sorulara yanıt bulmanın yolu tabii ki, kitabı alıp okumaktı. Sayfaları çevirirken, Sezer’in yüzünü hep bir adım ötemde tuttum. Mourselas’ın sürükleyici kurgusunun girdapları, şaşırtıcıydı. Bir kere kitap buram buram erotizm kokuyordu. Henry Miller’ın pornografiye varan anlatımı ile ünlü yönetmen Visconti’nin büyülü erotizmi arasında bir yerde geziniyordu Mourselas’ın kalemi.

Kitabın kahramanı da "Bu akşam beni öp, bana doy" adlı şarkının eşliğinde "bitmek tükenmek bilmeyen kadın vücutlarında" özgürlüğünü arayan, sistem ile bütünleşmemeyi yaşam ilkesi edinen özgün bir şahsiyet olan Luis’ydi. Onun yaşama bakışı, çok sevdiği arkadaşı Konstandis ile bir söyleşi formunda aktarılıyordu kitapta:

"Bu adamları Konstandisçiğim, hemen anlarsın. Kendilerinden emin ve sakindirler. Yaşamları boyunca ne başka bir dünya savaşının ne de başka sarsıcı bir şeyin olmayacağından emindirler. İşleri bitmiş. Bir zamanlar solcu da olsalar, zaman içinde muhafazakâr oluyorlar. Suratları, hareketleri, zevkleri değişiyor. Kurbağa gibi, sanki düztabanmış gibi yürürler. Hem evlerinde hem evin dışında yüzlerinde bir maske ile dolaşırlar. Üstelik sadece bir maske değil, birçok maske takarlar. Çocukları için başka, müdürleri için başka, karıları için başka, metresleri için başka maske... Tamam, istisnalar da var ama maske maskedir."

Sezer’i, ne kitaptaki yoğun erotizm ile ne de Luis kişiliği ile yanyana getiremedim. Olsa olsa Luis’in, düşlerini yaşamı boyunca bastıran, kuytularında saklayan arkadaşı Konstandis’e benziyordu Sezer.

"..Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız kalakaldı: Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?"

Roman kahramanı Luis aracılığıyla Mourselas’ın "Sistem sensin" suçlamasıyla karşılaşmamak için insanlara önerdiği sihirli formül bu. Herkesin düşlerine sarılması, onları asla küçümsememesi.

Düşlerimizin güçlü bir silah olduğuna ben de inanıyorum. Frenlerimden kurtulmaya, yıllardır kuytularımda filizlendirdiğim düşlerimi ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bir de simge edindim kendime; kırlangıçlar.

Gökyüzüne dikkatli bakın, kırlangıçlar farklı kuşlar. Öbür kuşlar gibi dümdüz, sakin, süzülürcesine uçmuyorlar; çılgın pikeler, yükselişler ve keskin dönüşlerle şenlendiriyorlar gökyüzünü.

Kırlangıçlardan ilham alıyorum. Yaşama kırlangıçlar kadar özgür, farklı bakmak, her zaman gözümüzün önünde olan ama fark etmediğimiz insanları, insanlık hallerini "Kırlangıç Yuvası"nda yazıya dökmek istiyorum. Diliyorum ki, Oktay Rifat’ın şiirindeki gibi gelsin size yazdıklarım. "Bir aşk mektubu gibi gelir kırlangıç/ Uzaktaki sevgiliden/ Bir elinde çiçeklenmiş badem dalı/Bir elinde çayır çimen...)

Faruk Bildirici / Tempo / 7-13 Aralık 2000

İntihar haberlerinden bir türlü kurtulamıyoruz. Hürriyet’in Bursa ekinde 15 Aralık’ta “Salih 3 hastaya hayat verecek” başlığıyla bir

İntihar haberlerinden bir türlü kurtulamıyoruz. Hürriyet’in Bursa ekinde 15 Aralık’ta “Salih 3 hastaya hayat verecek” başlığıyla bir

BABA BENİ ÖNCE AVUKAT YAPTIN ŞİMDİ YAZAR! SIRADA NE VAR?İrem Çiçek, “Islak imza davası” olarak tanınan davada tutuklu yar

BABA BENİ ÖNCE AVUKAT YAPTIN ŞİMDİ YAZAR! SIRADA NE VAR?

İrem Çiçek, “Islak imza davası” olarak tanınan davada tutuklu yar

Endişelenme! E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar doldurulmalıdır (*).

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.