ERKEN ÖLÜMLER MESLEĞİ: GAZETECİLİK

...

Silah sesleri yükseldiği sırada kuliste haber yazdırıyordum. Telefonu bırakmamla içeri doğru koşmam bir oldu. Kolay olmadı ilerleyebilmek. Telaşla kaçmaya çalışan insanların oluşturduğu büyük bir dalga vardı karşımda.

Ne kadar sürdü o çabalama halim hatırlamıyorum. O andan unutamadığım görüntü, spor salonuna girmeyi başardığımda koruma polislerinin tavana doğru ateş etmesiydi. Eğilerek tribünlerin önüne doğru ilerledim. Az sonra da silahlar sustu ve o zaman öğrenebildim ne yaşandığını, Turgut Özal’a suikast girişimi olmuştu.

ANAP’ın olaylı o kongresinden sonra aklımı hep meşgul etti salona girmeye çalıştığım an. İnsanlar tehlikeden kaçıyordu, bense ne olduğunu bile bilmediğim, silah seslerinin geldiği bir salona girmeye çalışıyordum.

Gazetecilikte yıllarım geçtikçe daha iyi anladım. ANAP kongresindeki o davranışım, sıradan bir gazeteci refleksiydi. Bana özgü bir davranış değildi. Gazeteci milleti böyledir. İnsanlar olaylardan kaçarken gazeteci doğrudan üzerine gider tehlikenin. Kaçırılan bir uçakta olmayı hayal eden ya da savaşları izlemeyi neredeyse büyülü bir iş gibi gören kaç meslek erbabı olabilir gazeteciden başka?

Ölüm riskini aklına bile getirmez gazeteci. Bilgi edinme eyleminin kutsallığı bedenini her tür felaketten korurmuş gibi bir yanılsama hali bu. Elbette öyle olmuyor; gazeteciler de izledikleri olayların kurbanı oluyor kimi zaman.

En yakın örnek, Suriye’de yaşanıyor. İç savaşta öldürülen gazetecilerin sayısı 20’yi aştı; 30 kadar gazeteci de kayıp. Bunlardan biri de eşi Türk olan Ürdünlü gazeteci Beşşar Kaddumi. Gazeteci arkadaşlarımız Sebahattin Yılmaz ve Cem Emir ise Van depremini izlerken yaşamlarını yitirmişti. Eminim ne Sebahattin ne Cem, ne de Suriye’de ölen gazeteciler kendi başlarına kötü şeyler gelebileceğini akıllarına getirmemiştir.

Gazeteci, kendini değil izlediği olayı önemser çünkü. İşine kaptırır kendini. Öyle olunca da kişisel tarihi bile kalmaz çoğu zaman. Bildik insanların kişisel tarihlerinde, evlenmeleri ya da çocuklarının doğumu dönüm noktaları olabilir. Gazetecilerin ise izledikleri alana bağlı olarak ya bir kongre, bir felaket ya da bir magazin olayı.

Olaylarla birlikte akar gider gazeteci. Yazdıklarının, izlediklerinin kahramanı olmadığının da farkındadır. Sadece tanıklık ettiğinin, tarihin müsveddesini tuttuğunun bilincindedir.

Buna rağmen en az o olayların “aktörleri” kadar heyecanlıdır gazeteci. Üstelik olay biter, perde kapanır, aktörlerin heyecanı diner; gazetecinin heyecanı, gerilimi bitmez. Yazma, öğrendiklerini aktarma görevi başlar gazetecinin. Bu mesleğin o tarafı da az heyecanlı, az gerilimli değildir.

Toplanan bilgileri kağıda dökmek de zorlu bir uğraştır; yazılanların gazete sayfalarında yerini bulması da stresli bir iştir. Zaman denilen karşı konulamaz bir güçle yarışmaktasınızdır çünkü. Hem de her gün yapılan bir yarıştır. O gün en iyi 100 metreyi koşsanız da yarın daha iyi koşmak zorundasınızdır. Bilirsiniz ki, yaptığınız gazete ertesi gün binlerce okurun gözlerinin önündedir; hatalarınız sevaplarınızdan çok göze batar.

Onun için sahadaki muhabirler kadar, stres altında yaşar yazı işleri elemanları, editörler. Ağır baskı altındadır ruhları da kalpleri de. Ondan olsa gerek, Milliyet’in görsel yönetmeni Kadir Pastutmaz’ın henüz 29 yaşındayken kalp krizi sonucu yitip gitmesi. Hürriyet ailesi olarak da geçen yıl Yurtdışı Yayınlar servisinde sayfa yapımcısı Fikret Demir’i yine bir kalp krizi sonucu kaybetmiştik. O da 47 yaşındaydı.

Tabii sadece olayları izlerken yaşanan felaketler, trafik kazaları, kalp krizleri, hastalıklar yok gazetecilerin hayat yoluna çıkan engeller arasında. Bir de cinayetler var gazetecilerin ömrünü kısaltan. Geçen hafta andık, 23 yıl önce bir suikaste kurban giden Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’i. O da erken veda edenlerdendi.

Bir de gazetecilik mesleğinin “kaderi” haline gelen stres kaynakları var; yargılamalar, hapisler, sansürler… Türkiye gazeteciliğinin gerçekleri böyle işte…

Faruk Bildirici / Hürriyet Pazar / 17 Mart 2013