ERGİN CİNMEN

...

MİT OLAYINDA NELER OLUP BİTTİĞİNİ BEŞ YIL SONRA ÖĞRENECEĞİZ

İlk olarak “Sürekli Aydınlık için bir dakika karanlık” eyleminin sözcüsü olarak tanınmıştı. Hukuk sorunlarına hep bağımsız, özgün bir gözlükle baktı. Avukatlığının yanı sıra aktivist kimliğiyle de ön planda oldu. Atı ay kadar önce de sessiz sedasız Bodrum sahillerine çekildi Ergin Cinmen ama niyeti avukatlığa ve hayata müdahil olmaya devam etmek. O bir İstanbul yorgunu.

İSTANBUL’U BIRAKTIM: ALTI AYDIR BODRUM’DA YAŞIYORUM

Ben doğma büyüme İstanbulluyum, hayatım orada geçti ama İstanbul artık çekilmez hale geldi. Trafiği, insan ilişkileri sıkmaya başlamıştı. Bodrum’u hep seviyordum, hanım da öyle. Hep deniz kıyısında ve bir köyde yaşamak isterdim. Uzun süredir bende bir takıntı halindeydi. Metropolden alacağımızı da aldık, vereceğimizi de verdik zaten. Cihangir’de oturuyordum. Sabah vırrr diye bir egzos sesiyle uyanıyorsunuz. Kendi kendinize kalamıyorsunuz. Biraz dinginliği arıyordum. Altı ay oldu geleli. Türkbükü’nde yaşıyoruz. Doğayla iç içeyiz. Ama mirasyedi değilim, bir yerlerden para kazanmam gerek. Bodrum’da bir büro açtık. Kaydımızı Muğla Barosuna aktardık. Mesleğimi yürütebilmek için en elverişli yer burasıydı. Zaten Bodrum’un merkezi bir küçük İstanbul haline geldi. Mesleğimizi kendi habitatımız içinde yapacağız. Kızım Işıl da büyüdü, o da gazetecilik yapıyor. Eşimin de bir kızı var. Arkadaşlarla paslaşarak İstanbul’daki davalarımızı bitirmeye çalışıyoruz, hem de Bodrum’da avukatlık yapıyoruz. Burada da iyi müvekkillerim var. Herkes bana siyasi avukat gözüyle bakıyor. Ben iyi bir ceza avukatıyım. Fakat ben de piyasadaki bütün avukatlar gibi özel hukuk davalarına da giriyorum, sadece sosyal olaylara hayatımın daha fazla zamanın harcıyorum. Farkım bu. Zaten Bodrum’a taşınmam sosyal olaylara müdahil olmaktan vazgeçtiğim anlamına da gelmiyor. Toplantılara, panellere katılıyorum. Ayrıca burada Orgeneral Muğlalı iş hanı var. Arkadaşlarla oturduk belediyeye dilekçe yazdık, “Bu ismi kaldırın, kaldırmazsanız İdare Mahkemesine başvuracağız” dedik. Yalıkavak’taki, Kenan Evren Caddesinin adının değiştirilmesini istedik. Burada da ciddi inisiyatifler, faaliyetlerimiz var.

ADIM: BİR DESTAN GİBİ UZAYIP GİDİYOR

Asıl adım İsmail Aziz Ergin Cinmen. Biri dedemin adı, biri herhalde mahalleden birinin adı. Tabii beni çok zorladı bu iş. Terzi kendi söküğünü dikemez misali ben de mahkeme kararı aldırıp o iki adı bir türlü artırmadım. Yapamadım öyle kaldı. Hayatım boyunca o isimleri kullanmamıştım. Ama Uyap’a geçildiğinde avukatların tam ismi yazılıyor. Dolayısıyla İsmail Aziz’i kullanmak durumunda kaldım. Noterlere kartviziti gösterdiğin zaman vekâlet çıkarmıyor; Uyap’a giriyor, orada ne çıkarsa öyle yazıyor. Duruşmalara girdiğinizde Uyap’ta ne çıkarsa gene o. Öyle bir destan gibi uzayıp gidiyor adım. Mesela vergi dairesinde "Şirket mi kuruyorsunuz?" diyorlar. Cinmen soyadımın anlamını da çok araştırdım bulamadım. Annem Selanik muhaciri ama babam İstanbullu.

ÜNİVERSİTE: KENDİMİ SORUNLARA MÜDAHİL HİSSETTİM

Lisede de fakültede de benim siyasi bir yönüm yoktu. Benim öyle bir fraksiyon durumum olmadı. ÇBS derlerdi, Çizgisi Belirsiz Sosyalist yani. Pek de parlak bir öğrencilik hayatım yoktu. Ben düzenli çalışmayı hiç sevmedim. Onun için lise hayatım zor geçti. Hukuk’ta devam zorunluluğu, sürekli sınav olmaması da hoşuma gitti. Fakülteye girişim ara dönemdir. 1971’de girdim, 12 Mart dönemi bitmişti. Hukuku istiyordum. Adalete ihtiyaç olduğunu hissediyordum o yaşlarda. 1975’te mezun oldum, arada biraz dolandım. Avusturya’da lisansüstü eğitim olabilir mi diye denedim. Sonra memleket çekti beni kalamadım. Askerlik oldu o arada. 1979’da mesleğe başladım. 12 Eylül patlayınca 10 yıl kadar ceza avukatlığı yaptım, hayatım sıkıyönetim koridorlarında geçti. Acılı bir süreçti. Ama o süreç insanı çelikliyor da. Ciddi bir mücadele yetisi getiriyor, hukuku daha iyi anlıyorsunuz. Aslına bakarsanız benimki politik mücadele değildi; siyasi bağlantım yoktu. Baskı gören insanların yanında olmak istedim. Beni bu hallere getiren, 12 Eylül’dür. Beni büyüten üniversite hayatı falan değildir. Kişiliğim 12 Eylül’den sonra oluştu aslında. Sonra da avukatlıktan hayatımı kazanırken kendisini sorunlara müdahil hisseden insanlardan oldum. Belli sosyal mücadelelerin içerisinde bulundum. İstanbul’da 30-40 kişilik bir yapı vardır. Bu hem Yurttaş Girişimidir, hem de barış girişimlerinde bulunur. Mesleğimle kendimi sorunlara müdahil hissetmem iç içe girdi. Bu mesleği severek yaptım. Çağdaş Hukukçular Derneği üyesiyim. Öyle bir şapkam da vardır. Turgut Kazan döneminde baro yönetiminde bulundum. Daha sonra istifa ettim. Yücel Sayman’a karşı bir seçim yarışımız oldu. Az bir oyla kaybettik.

SORUŞTURMA: HİÇ SİYASİ SORUŞTURMAYA UĞRAMADIM

Bahri Belen, 30 yıllık arkadaşım. Bütün hayatım aslında o ve arkadaşlarıyla geçti. Bizimki bir tür mücadele arkadaşlığı. 11 Eylül günü, duruşma sonrasında bir meyhaneye gittik. İki üç duble bir şey içtik. Gece 23-24 civarı bir arkadaş geldi, "Ya yarın darbe olacakmış, merak etmeyelim bu Kemalist bir darbe olacakmış" dedi. Millet güldü, oraya kadar gelmişti aslında darbe olacağı. Eve doğru taksiyle giderken bir iki tank gördük, "Yahu bu Ali’nin dediği doğru mu acaba?" filan. Bahri ile beraber benim eve geldik uyuyacağız. Arabanın arkasında koca bir noter daktilosu vardı. O sırada Maden İş’in avukatlığını yapıyordum galiba. Sabah erken kalkıp savunma hazırlayacaktık. Gece sabaha doğru telefon çaldı. Bir hanım arkadaş, "Televizyonu açın darbe oldu" dedi ve bir 10 yılımız öyle geçti. O dönemde siyasi nedenlerle soruşturmaya falan hiç uğramadım. 1990’larda DGM Savcısı Nusret Demiral’a hakaretten hakkımda bir dava açıldı. O sırada daha aktif ilgileniyorduk bu davalarla. Haydar Kutlu (Nabi Yağcı) ve Nihat Sargın, yurt dışından gelmişlerdi. Onların avukatlığını yapıyorduk o sırada. Emniyet yazı yazmış, "Soruşturma yapıyoruz ama bilgi vermiyorlar". Nusret Demiral da "Bilgi almak için sabırlı ve gayretli çalışmalarınıza devam edin" diye yazmış. Bunun üzerine Bahri dilekçe kaleme aldı, “Savcılığın bilgisi dâhilinde işkence yürütülüyor” diye. Bunu savcıya hakaret addettiler, yargılandık, beraat ettik. O zamanlar işkence yargılamanın bir parçasıydı. Suç duyurusuna rağmen hiçbir işlem yapılmadı. Ama yüzlerce davada olduğu gibi AİHM yine bu davada da Türkiye’yi mahkûm etti. Hurdacılık yapan Ilgaz ailesi için Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na karşı dava açmıştık. Her biri 200 civarında tazminat aldı. Ardından 2 Nolu İdare Mahkemesi’nin iki hâkimi sürüldü. Sürülmelerinin nedeni de bu davaydı.

EVREN DAVASI: BERAAT EDER DEMELERİ YÜZKIZARTICI HATA

12 Eylül darbesinin sorumluları sadece cunta değildir. Bütün Sıkıyönetim Komutanları, cezaevi müdürleri, bakanlar, özellikle Ulusu hükümeti ve Danışma Meclisi üyeleri de sorumludur. Fikret İlkiz ve Haluk İnanıcı ile birlikte bunların da soruşturulmasını isteyen 35-40 sayfalık bir suç duyurusu metni hazırladık; Çağdaş Hukukçular Derneği’ne verdik. İnternet aracılığıyla bütün Türkiye’ye yayılacak. İnsanlar imzalayıp savcılıklara verecek. İddianameyi görünce bu çalışmamızın ne kadar doğru olduğu da ortaya çıktı aslında. Düşünün ki, Türkiye’deki ortalamanın çok üzerinde yaşadı Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya. Onlar ölseydi dava açılmayacak mıydı? Evet iddianame yetersiz ama içerisinde insanlığa karşı suçlar bölümü de var. Şimdi bu anayasanın geçerliliği ayrı bir meseledir; bu anayasanın yapılış süreci ayrı. Sevk maddeleri olmasa da yine insanlığa karşı suçlardan mahkûm edebilir. Darbenin gerçekleştirilmesi 146. Maddeye de girer. Demokrat diyebileceğimiz hukukçuların kalkıp “Bu iddianame ile beraat çıkar” demeleri gerçekten yüz kızartıcı bir hatadır. Siyasi iktidarın 12 Eylül ile hesaplaşmayı düşündüğünü de zannetmiyorum ben. 12 Eylül gibi devasa bir olayı bir savcıya verirseniz olmaz bu. İşte Balyoz, Ergenekon davasında siyasi irade gösterildi. Büyük bir savcı grubunun önü açıldı. Böyle davalarda savcılar yukarıya bakar. Referandumda amaç HSYK’nın değiştirilmesiydi, bir havuç gibi ortaya kondu Geçici 15. Maddenin kaldırılması. CHP ve hatta BDP de son derece yanlış bir muhalefetle bu işin üzerine gitti. İktidar, kafa karışıklığı olsun diye birbirine benzemeyen şeyleri bir torbanın içine koyarak toplumun önüne getirdi. Bakın Roma hukukundan gelen bir ilke var; referandumda benzer şeyler halkın önüne getirilir. Boykot amacıyla değil bu dürüstlüğe de sığmayan bir mesele olduğu için referandumda oy vermedim. Asla yetmez ama evet demedim.

MİT OLAYI: GİZLİ SİYASİ YAPI İLE KAVGAYDI

Bakın MİT olayında bir savcı Başbakanın iradesine rağmen hareket etti! Bu çok önemli. Yasa değişene kadar da yakalama kararı kalkmadı. Gizli siyasi yapı ile bilinen siyasi yapı arasında kavga bu. Oslo süreci bu kavganın bir nedeni. Yani PKK ile mücadele onlarla müzakere etmekten geçmez diyor emniyet kanadı. Bu cemaatin görüşü müdür bilmiyorum. Ama nihayetine iki siyasi güç yargı vasıtasıyla karşı karşıya geldi. Belki Tayyip Erdoğan da çekindi, “MİT Müsteşarının kapısına gelen bir gün benim kapıma da gelir” dedi, bilemiyoruz. Gerçekte neler olduğunu beş yıl sonra öğreneceğiz. Bu MİT olayı, kilometre taşlarından biri. Şu anda gazeteciler hem yargının hem siyasi iktidarın ve gazete patronlarının baskısı altında. Bu şu anda yaşanan en tehlikeli olay. Bu baskı otosansür de yaratıyor. Bunun da detaylarını beş yıl sonra göreceğiz. Bence muhalefet çok yetersiz. İkincisi o muhalif öğrencilerle ilgili tavır hep vardı, ne yazık ki şimdi de var. Ahmet Şık ve Nedim Şener olayında sanki Ergenekon Soruşturması ve davası çıkmaza sürüklemek istendi. Asıl itibarsızlaştırma, o gerekçelerle bu iki insanı tutuklamaktı. Nedim Şener’i pek tanımıyorum ama Ahmet Şık’ı tanıyorum. Gazeteciliğe başladığı günden itibaren militarizme karşı çıktı. Biliyorsunuz dışarı çıkarken ikisinin de tepkileri çok farklı oldu. Ahmet’in o tepkisini iyi anlıyorum, haksızlığa uğrayan bir insan ancak bunları söyler.

TARAF: DAVALARI BİZİM BÜROYU BATIRDI RESMEN

Ben profesyonel bir avukatım. Belli bir ücret karşılığında Taraf’ın avukatlığını bir yıl kadar yaptım. Taraf’ı avukatlığından çok tekil nedenlerle ayrıldım. Çünkü davaları bizim büroyu batırdı resmen. Her bir sayı en azından dört dava anlamına geliyordu. Ergenekon, Balyoz sürecini hatırlayalım. En azından büroya bir kişi daha almamız gerekiyordu, onu alamadık. "Gene biz size yardımcı olalım ama artık bu işi kaldıramıyoruz" dedik Taraf’a. Gazeteciliğini çok iyi buluyordum. O haberleri vermek kolay değildi. O haberler neden Taraf’a geldi eleştirisi yersiz. Susurluk’un başını hatırlayın o sırada bir çocuk büroma geldi. Henüz kaza olmamıştı. O meşhur MİT raporu elindeydi. "Bu benim elimde altı aydır geziniyor. Gittiğim gazeteler basmadı. Bunu basılmasını istiyorum" dedi. Benim hamlelerim de kaldı. Sonunda 2000’e Doğru’da yayınlandı. Taraf, işte buydu. Taraf’a gelen haberler diğer gazetelere servis ediliyor ama yayınlanmıyordu. Şimdi uzun tutukluluklardan onlar da şikâyet ediyorlar. Taraf militarizme karşı iyi bir mücadele verdi. Hani öyle bir yerlerden para falan da akmıyordu. Açık söyleyeyim ben paramı alamadım. Yoksa benim gibi iyi bir avukatı bırakmak istemezlerdi.

1 DAKİKA KARANLIK: ASKERLER EYLEMİ MANİPÜLE ETTİ

Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eyleminin fikir babası denilmesinden biraz da rahatsızlık duyuyorum. Demek ki duyarlı bir toplum varmış, bu çok önemli. İlk söylediğimde 5-6 yakın arkadaşımın dışında herkes dudak büktü. O sırada İstanbul Diş Hekimleri Odası’nın avukatlığını yapıyordum. Önce onlara açtım bu fikri. Tamam dediler. Eski eşim Mebuse Tekay bir faks hazırladı. Vurucu bir metindi. Bu fakslar bütün Türkiye’de gezinmeye başladı. Saat dokuzda ışıkları bir dakika kapatalım demiştik. 1 Şubat’ta ışık yakıp söndürmeler başladı. Daha sonra tava tencereler ortaya çıktı. İnsanlar sahiplendi, eylemi onlar çeşitlendirdi. Güzel, barışçı bir eylemdi. Ben ikinci bir fakülte bitirdim o eylem sırasında. Niyetim kendimi gizli tutmaktı ama sonra bir sözcü ihtiyacı doğdu. Ben o sırada Yeni Yüzyıl, Cumhuriyet ve Radikal’e ara sıra makaleler yazıyordum. Şimdi onları kitaplaştıracağım. "Nereden nereye" diye kitap yapacağım. Yurttaş Girişimi adı benden değil, arkadaşlarla çok fikir uçuşturduk, oradan çıktı. Refahyol iktidarı vardı. Erbakan, "Glu glu dansı" dedi. Doğru Yol yöneticilerinden biri ışığını yakıp söndürenlere "Vatan Haini" dedi. Refah’tan biri de "Mum söndü" oynuyorlar" dedi ve arkasından Genelkurmay devreye girdi. 10 Şubat’ta gazetelerde, "Genelkurmay’ın ışıkları yandı söndü" haberi vardı. Susurluk’la birlikte devletin içindeki çetelere karşı başlamıştı eylem. Sonra Güven Erkaya bir röportajında "Bir dakika karanlık eylemi Refahyol’a tepki olarak yapılmadı ama bunu kullandık" dedi aynen. Militarizm, oradan da meşruiyet kazanmaya çalıştı. Bu iğrenç bir olay. Eylemi Refahyol’a karşı manüple ettiler. İktidar, Susurluk’u korudu, o nedenle eylemin ona karşı bir yönü vardı kuşkusuz. Ama 28 Şubat’ın müsebbibi budur diye asla söylenemez. Erbakan liderliğindeki RP de Türkiye’yi mutluluğa götürebilecek bir parti değildi. Referansını tamamen İslamdan alan bir yapı yapamaz bunu. Bugün de iktidar "Dindar nesil yaratmak istiyoruz" diyor. Sana ne dindar nesilden? Dindar nesil nasıl yetiştirilecek? Tabii muhalefet güçlü olmazsa iktidarın nereye gideceği belli olmaz. İktidar ile bu kadar güç farkı olan yapılar olursa sorun yaşamamak mümkün değil. Yavaş yavaş otoriterizme gider, gidiyor da.

MEYHANE VE MÜZİK: KİLOMETRE TAŞIM RESİM ÖĞRETMENİM

İçkiye düşkünlüğüm o kadar fazla değildir ama meyhanedeki muhabbet ortamını severim. Bürom Beyoğlu’ndaydı, ev de öyle. İstiklal Caddesi mayın tarlası gibidir. Türk Sanat Müziğini severim ama Klasik Batı müziğini dinlemekten daha çok hoşlanırım. Hayatımın kilometre taşıdır lisedeki resim öğretmenim Nevin Çokay. Her ders teybini getirir, daha çok da Mozart çalardı. O güzel sesiyle de bir ressamın hayatını bize okurdu. Hiçbir yeteneğim olmamasına rağmen resme ve müziğe onun sayesinde hayran kaldım. Beni sınıfta bıraktı, çok haylazdım. Beni sınıfta bıraktı ama ona çok şey borçluyum. Klasik müzik dinlemekten zevk almak ciddi bir zenginliktir, resme bakmak, resim sergileri gezmek de. Bir akşam Asmalımescit’te Refik’in meyhanesinde bir baktım Nevin hanım birileriyle oturuyor. Yanına gittim. Baktı tanımadı tabii ki. “Hani öğretmenlik hayatınızda sadece birini sınıfta bırakmıştınız ya. O benim” dedim. “Aaa Ergin sen misin” dedi. Eşi de "Nevin bırakmak için bu çocuğu mu buldun? Bak topluma hayırlı işler yapan bir çocuk" dedi. Bir dakika karanlık eyleminden sonraydı belki.

KÜRT SORUNU: PKK’YA TERÖR ÖRGÜTÜ DEMİYORUM

Bana adaylık için hiçbir öneri olmadı. Ben hep olmasını isterim ama kendimi bir parti formatında göremedim bugüne kadar. Bir yerde yanlış olursa bunu söyleyeceksin ama Türkiye’de partinin politikasında şöyle bir sorun var diyemiyorsunuz. Geçen seçimlerde Demokrasi Bloku’nu destekledim. Oradan Meclis’e giren arkadaşlarımız, BDP’nin mücadelesini Kürt milliyetçiliğinin dışında olması gereken daha sol ve barışçıl bir yapıya doğru çekmeye çalışıyorlar. Bu iktidar bu işi çözmek mecburiyetinde. “Önce PKK’yı bitireceğiz sonra Kürt sorununu çözeceğiz” demek büyük yanlıştır. Geleneksel bilek güreşini bunlar da yapıyor, eskisinden farkı yok. Ben PKK’ya terör örgütü demiyorum; şiddeti araç olarak kullanan siyasal bir yapı olarak görüyorum. Eğer PKK’ya Dev-Sol’a yaptığınız muameleyi yaparsanız, olay sadece polisiye bir hale gelir, bitiremezsiniz. 12 Eylül’de bir Diyarbakır Cezaevi macerası yaşandı ve oradan kartopu olarak başladı. Şimdi çok uluslu siyasi bir yapı haline geldi. Böyle bir yapıya bu devlet herhangi bir terör örgütü gibi davrandığı için Türkiye bu hale geldi. Artık halklar arasında da bir ayrışma sürecinin başladığını da görüyorum. Hasip Kaplan, 10 yıllık büro arkadaşım. Ama şimdi (Hasip’ten bahsetmiyorum da) oradaki insanlarla aramızdaki dil değişti. Bu demokratlığın dışında Türk-Kürt gibi yerlere geldik ki.

HSYK SİYASİ: YANLIŞLAR VAR AMA 12 EYLÜL İLE KIYASLANAMAZ

12 Eylül döneminden 2000’lere kadar işkence yargılamanın bir unsuru halindeydi. Gözaltına alınan herkes istisnasız işkence görürdü. Türkiye o zaman sistemli işkence uygulayan ülke statüsüne getirildi. 1995-2000 arası AİHM, Güneydoğu’daki olaylarla ilgili olarak insanlara "Merci tüketmenize gerek yok" dendi. Doğrudan gelin, çünkü Türkiye’de hak arama yolları kapalı! Türkiye bunları geçirdi. Şimdi böyle değil. Bugünün eleştirilebilecek çok yanı olabilir ama 12 Eylül gibi bir cehennem ile bugünü kıyaslarsanız bu olmaz. Hukuk hep siyasetin bir aracıydı. Bugün de öyle. Ama şu anda yargıçlar, biz avukatlarla, hukukçularla en azından bir diyalog içinde. Onlarla yan yana oturamazdık, şimdi bir panelde özel yetkili mahkemeden bir savcı yardımcısını görebiliyorum. Eskiden HSYK bir mağaraya girmiş insanlar gibiydi; onlara ulaşamazdık. Şimdi bir saydamlaşma var, eleştirebiliyorsunuz. Ama başından beri söyledik, Adalet Bakanı başkanı olduğu müddetçe HSYK siyasi tavır alır.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 1 NİSAN 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.