DERİNDİ BALIKÇININ GÖZLERİ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 19

DERİNDİ BALIKÇININ GÖZLERİ

Gecenin koynunda sabahlayan iki kadın, doludizgin yaşadıkları saatlerin tadını son yudumda aldılar.

Rujun, dolgun dudaklarındayken can yakan kırmızısı, viski bardağının kıyısında donuk bir iz bırakmıştı. Gece de öyleydi. Yaşanırken renkliydi, son kertede solgun...

Meyhaneleri adımlamışlardı gece boyu. Şarkılar dinlemiş, sayısız kadehi boşaltmış, ılık danslarla, şen kahkahalarla noktalamışlardı geceyi.

Masadan kalkıp, arabaya binerken geçen o birkaç dakika içinde silindi eğlencenin rengi. Yüzleri asıldı. Yüreklerinde bir kıpırtı hissedememiş olmalarıydı canlarını sıkan. Bedenlerinde gezinen bakışlarda aradıkları sıcaklığı bulamamışlardı.

"Var mısın arabanın götürdüğü yere gitmeye?" dedi Nagehan. Dalgalı saçlarını geriye doğru savuran Füsun, sessizce onayladı. "Neden olmasın?"

Gaza bastı, beyaz jeep hızla atıldı ileriye. İstanbul’un, trafiğin henüz teslim almadığı boş caddelerini geride bırakmaları fazla vakit almadı. Karadeniz sahilinde buldular kendilerini.

Bir zamanlar İstanbul sosyetesinin ve Yeşilçam’ın moda mekânı olan Şile, yabancı konukları özlemişti. Tüm sevimliliğiyle göz kırptı onlara...

Bu çağrıya uyup, arabalarını yol kıyısına park ederek indiler. Ayakları onları sahile götürdü. Kasaba yeni uyanıyordu güne.

Balıkçı tekneleri hareketliydi. Bereketli bir avdan henüz döndükleri anlaşılıyordu. Balık kasalarını kıyıdaki tezgâhlara taşıyan, ağları toplayan, tekneleriyle kumsal arasında mekik dokuyan balıkçıları izlemek keyifliydi.

Sahili ağır adımlarla turlayan iki kadının amacı balık almak değildi tabii ki. İkinci turda, balıkçı tezgâhlarının daha yakınından geçtiler.

Ortalardaki bir tezgâhın başında dimdik duran balıkçının gözleri müthiş çekiciydi. Yeşille mavi arasında salınan bir rengi vardı gözlerinin. Güneşte kavrulmuş teni, şakakları kırlaşmış saçları, neden bilinmez, ona öbür balıkçılardan farklı bir hava veriyordu.

İki kadın aynı anda durdular. Çekim alanına girdikleri balıkçı ile bakıştılar. Nagehan, çabuk topladı kendini.

- Ne balıklarınız var? Ne alabiliriz?

Balık almak da nereden çıkmıştı? Ağzından çıkan sözcüklere kendisi de şaşırdı! Hem soru da anlamsızdı. Tezgâhta sadece palamut olduğunu o da görüyordu. Öyle yüz yüze kalınca bir şeyler söyleme gereği duymuştu işte.

Balıkçının gözleri, kadınların üzerinde dolaştı. İyi giyimli, bakımlıydı her ikisi de. Genç değillerdi ama vücut çizgileri, becerikli bir estetikçinin elinden çıkmışçasına düzgündü. Şile’ye yabancı oldukları her hallerinden belliydi. Kendini uzak hissetti balıkçı...

- Şimdi palamut zamanı. Yeni yakaladım...

Balıkçının soğuk yanıtı, Nagehan’a itici geldi. O da üst perdeden, kendini beğenmiş bir edayla konuştu.

- Ben palamut sevmem.

Sosyetik kadının ukala tavrı karşısında balıkçı geri adım atmadı. Özgüvenini yitirmedi. Alaysı bir dille karşılık verdi:

- Ben de aslında balıkçı değilim.

- Öyle mi? Belki de bir felsefecisinizdir.

- Neden olmasın? "Her balıkçı biraz filozoftur" derler zaten.

- Haydi o zaman kriz üzerine felsefe yapın da anlayalım filozofluğunuzu....

- Madem girdik laf yarışına, sorayım. Dibe vurmak ile dibe batmak arasındaki farkı bilir misin?

- ...

- Mesela kıyıdaysan, ayağın yere yakınsa, dibe vurunca tekmeler, suyun üstüne çıkarsın. Ama sahilden açılmışsan, derinlerde isen dibe vuramazsın, batar kalırsın.

- Ya okyanustaysan?

- O zaman zaten dibe battıkça batarsın. Dibi bulmak zor olur. Hızla çıkmak istesen de vurgun yersin...

Kadının yüzünün değiştiğini, hayran hayran baktığını gören balıkçı, utandı. Sözü değiştirdi. "Sizi daha önce görmedim buralarda?"

- Evet. İlk kez geldik. Bir sabah rüzgârı attı bizi buraya.

- Ben de buraya çok gelmem. Hava çok güzeldi. Tekneyle açıldım, iyi balık yakalayınca uğradım.

İğnelemelerle başlayan konuşma, sonunda sıcak bir sohbete dönüşmüştü. Balıkçı, "İsterseniz balığı burada pişirebiliriz" diyerek bir adım daha attı. Kibarca, birlikte balık yemeyi öneriyordu.

Teşekkür etti Nagehan. Bir balıkçıya gösterdiği bunca ilgiye şaşıyordu. "Nerede yiyebiliriz?" Parmağıyla işaret etti. "Orada güzel yaparlar. Siz biraz dolaşana kadar ben balıkları temizlerim."

İki kadın, az ilerdeki bir kahvede oturdular. Kahve içerken balıkçıyı konuştular. Nagehan, sonunda itiraf etti. "Ne biçim bir balıkçı böyle? Bu adamdan etkilendim ben." Füsun dalga geçti:

- Kolundaki saate baktın mı, ne marka kullanıyor? Haaa ayakkabısı Gucci mi yoksa? Kızım sen marka giymeyen bir adama bakmazdın hani?

Kahvelerini bitirdikten sonra balıkları almak üzere gittiler. Nagehan, adamı incelemekten kendini alamadı. Önce saatine, plastik çizmelerine baktı. Uzun boyluydu, kaslı bir vücudu vardı.

Balık paketini alırken yaklaşınca teninin tuz kokusunu duydu. Nasırlı ellerini bedeninde hissetti, dokunduğu nokta alev alevdi. Nagehan gözlerini adamdan kaçırdığı an Füsun ile göz göze geldi. O da farklı bir durumda değildi. Parasını verip uzaklaştılar.

Lokantadaki rakı balık faslı sırasında da masanın tek mezesi balıkçıydı. Öbür balıkçılardan farklı olduğunu, okumuş yazmış halini konuştular. Gururlu duruşunu ve tabii deniz gözlerini, güçlü kollarını da...

Nagehan, adamın kaslarından bahsederken rüyaya daldı. Akşam olmuştu. Aynı sahilde, bu kez çiseleyen yağmur altında yürüyordu. Bembeyaz elbisesinin çıplak vücuduna yapışmasına aldırmıyordu! Dalgalar, sarmak istercesine coşkuyla ona doğru atılıyordu. Dalgaları görecek halde değildi; o balıkçının gözlerinde kaybolmak istiyordu.

Gözleri açtı. Füsun da başka bir âlemde geziniyordu. Birbirlerine baktılar. Ayağa fırladılar. "Aradığımız adam oydu." Nihayet itiraf etmişlerdi çarpıldıklarını.

Koşar adım sahile döndüler. Balıkçı yoktu, gitmişti. "Neyse gelecek hafta bir daha uğrarız" deyip, İstanbul’a çevirdiler direksiyonu. Her ikisinin de evde bekleyenleri vardı.

O hafta öncekilerden farklı geçti. Balıkçının verdiği heyecan, onları derinden sarsmış, yaşam biçimlerini sorgulamalarına neden olmuştu. Mutluluğu o güne değin yanlış yerlerde aradıklarına inanıyorlardı artık.

Etiler’de, Ak Merkez’de, lüks semtlerde gezip eğlenme alışkanlıklarını terk edip, farklı mekânlarda dolaşmaya başladılar. Eskiden hiç ilgilerini çekmeyen, basit, hatta kaba saba buldukları Beyoğlu’na gittiler. Bir türkü barında saatler geçirdiler. Balıkçının okyanuslar kadar derin gözleri de onlarla birlikte dolaştı oradan oraya.

Saatleri, günleri, tek tek sayarak çektiler hafta sonunu. Sabah erkenden kalktılar. Beyaz jeep, daha hızlıydı. Neredeyse yuttu İstanbul-Şile arasındaki kilometreleri.

Sahilde saatlerce dolaştılar, gördükleri her balıkçıya sordular. Evet, deniz gözlü balıkçıyı tanıyorlardı ama "Gelmiyor" diyorlardı. Ya da "Bilmiyoruz" kabilinden omuz silkiyorlardı. İsmini de bilmiyorlardı evini de...

Yılmadılar, iki hafta sonra bir daha gittiler. Yine bir iz bulamadılar. Her ayın ilk hafta sonu Şile’ye uğramayı alışkanlık edindiler. Önce sahile uğruyor, arayıp tarıyor deniz gözlü balıkçıdan haber alamayınca balık satın alıp, o lokantaya gidiyorlardı.

Kadehler hep o bulmadan kaybettikleri balıkçı için kalkıyordu. Ey balıkçı, ne de güzel adamdın sen!

Faruk Bildirici / Tempo / 12-18 Nisan 2001