DERE YATAĞINA EV YAPARSANIZ YIKILIR

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 85

DERE YATAĞINA EV YAPARSANIZ YIKILIR

Dere yatağına bina yapmak zor iştir. Ya cesaretiniz olmalı ya da cehaletiniz.

Her ikisi de ülkemizde sıradan, bol bulunan özellikler olduğundan hangi bölgeye baksanız dere yatağına yapılmış binalar görürsünüz. Betonu briketi yığıp, kuruduğu sanılan derelerin yataklarına üç beş katlı binalar yapılır. Bir gün yağmur yağar, seller gelir ve o binaları önüne katıp götürür.

Geçen yıl İzmir’de, Mersin’de, bu yıl da Karadeniz’deki sellerde hep aynı manzaralar görüldü. Yatağından akmak isteyen sel suları, binaları yerle yeksan etti.

İnsanların yaşadığı felaket karşısında üzülmemek elde değil ama nihayetinde doğaya meydan okumanın kaçınılmaz sonucu bu. Doğal kanallarından akmak isteyen sular, elbette ki önlerine çıkan yapılara aldırmaz. Ne kadar güçlü engeller koyarsanız koyun önüne, bir yolunu bulur geçer gider.

Siyasete müdahale etmek de dere yataklarına bina yapmaya benzer. Müdahalenin başarıya ulaştığını, siyaseti bambaşka bir kanala aktardığınızı sanırsınız, aradan zaman geçer bir de bakarsınız ki, bir yolunu bulmuş kendi doğal kanalına dönmüş, akıp gidiyor.

Eskiden beri askerler, doğanın bu kuralına aldırmadılar. Her uygun pozisyonda müdahale edip, siyaseti, asla doğal akışına bırakmadılar; siyasetin yatağının derinleşmesine olanak tanımadılar.

Bu ülkede siyasetçilerin, askerlere müdahale şansı neredeyse hiç olmadı. Askerler ise siyasete karşı üç kez darbe yaptılar, her üçünde de kesintiye uğratmakla kalmayıp, siyasetin kanallarını değiştirmeye giriştiler.

Her defasında da amaçladıklarından daha kötü sonuçlara yol açtılar. Planlar, krokiler çizip, cetveli pergeli ele alıp istedikleri biçimi veremediler siyasete. Ne yaparlarsa yapsınlar, siyaset bir yolunu bulup eski doğal kanalına döndü.

1971 sonrasında Süleyman Demirel’in genel başkanı olduğu Adalet Partisi’nin güçlenmesini engellemek üzere Necmettin Erbakan’ı İsviçre’den çağırdılar. AP’nin güçlenmesini önleyemedikleri gibi kendi başlarına bir de Erbakan sorunu çıkardılar.

Hele 12 Eylül’de giriştikleri, siyasetin aktığı kanalı değiştirme çabası öyle bir boyuta vardı ki, hiç sınır tanımadılar. Partileri kapattılar, seçim ve siyasi partiler yasalarını külliyen yenilediler.

Olmadı, tutturamadılar. Ne yapmak istedilerse tersi oldu. İstikrarlı hükümet modeli dediler, zayıf koalisyonlar dönemi başladı. "Siyaset dibi kirli tencere" dediler, işadamı siyasetçiler türedi, şirket çıkarları ülke kaygısının önüne geçti.

1980’lerden itibaren her şey yenilenip, "liberal ekonomi" dönemiyle birlikte toplumda roller değişti. Paranın ve gücün toplandığı eller, kurumları gölgede bıraktı. Siyasete dışarıdan müdahale azalmadı, sadece müdahalecilerin kimliği farklılaştı.

"Toplum mühendisliği" gibi zarif bir kavramın arkasına sığınarak yapılan müdahaleler, askerlerin yaptığından farklı sonuçlar vermedi. Radikallerin güçlenmesinin önlenmesi dediler, DYP-SHP koalisyonunu çözüm olarak sundular; merkez yıprandı, uçlar güçlendi. RP, birinci parti oldu.

1990’lardan itibaren de yeni model yerine yeni lider sunma ve yüceltmeye yöneldiler. Lider yaratmayı, ’yıldız’ yaratmakla karıştırdılar. İçi boş, hiçbir politik misyonu olmayan cicili bicili insanları, lider olarak tedavüle sunmaya kalktılar.

Her seferinde de hüsrana uğradılar. Çoğu zaman tedavüle sürdükleri isimler, yıldızlar kadar hızla parlayıp söndü. Başarsalar da yapay liderler, yaratıcılarını yanılttı, onlara ihanet etti.

Yine de bir daha, bir daha müdahale edip durdular, her zaman da siyaset kendi kanalından akmayı sürdürdü.

Onlar bir türlü ders almadılar, dere yatağına ev yapar gibi müdahale edip durdular. Cesaretlerini hiç kaybetmediler...

Faruk Bildirici / Tempo / 18-24 Temmuz 2002