DENİZDEKİ HAYALİ KIRMIZI ÇİZGİ

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 88

DENİZDEKİ HAYALİ KIRMIZI ÇİZGİ

Sekiz yaşındaki küçük kızım Aslı ile Anamur sahilinde yüzüyorduk. Az ilerdeki dubaya kadar yüzüp, dubanın üzerine çıkarak dinlenecektik.

Birden düdük sesleri gelmeye başladı. Düüüttt, düüüttt. Önce aldırmadık, kulaç atmaya devam ettik. Düdük sesleri kesilmedi, üstelik daha da asabileşti, şiddetlendi. Düüüttt, düüüttt, düüttt.

Ne oluyor acaba diye durup, düdük seslerinin geldiği kıyıya baktık. Siyah uzun şortlu, teni güneşten yanmış bir genç, bize bakarak düdük çalıyor, bir yandan da el sallıyordu. Bir şeyler demek istiyordu ama ne?

Kendisini fark ettiğimizi anlayınca elini daha hızlı sallarken, düdüğünü çalmayı bırakıp bize doğru bağırmaya başladı. Bir gariplik olduğu ortadaydı. "Bir gidip bakalım, ne diye bağırıyor?" dedim Aslı’ya.

Kıyıya doğru kulaç attık. Sesini duyabilecek kadar yaklaşınca durup, denizden karaya bağırdım. "Ne oldu? Sorun nedir?" O da bize doğru bağırdı:

- Yasak, yasak...

Bir yandan da eliyle, bulunduğu tesisin karadaki sınır çizgisinin devamı olarak denizde de hayali bir çizgiyi işaret ediyordu:

- Burayı geçemezsiniz. Burası yasak, yasak...

"Yasak" sözcüğünü üst üste bağırıp duran bu gencin saç tıraşı ancak o zaman dikkatimi çekti. Üniformasız ve silahsız da olsa o bir askerdi. Koruduğu bölge de askeri bir dinlenme kampı olmalıydı. Kumsalın öbür yanı insan kaynarken, askerin çektiği "kırmızı" çizginin bu yanında sadece iki üç kişi güneşleniyordu, denizde ise kimse yoktu.

İyi de biz, askeri kampa gizlice girmiş kaçaklar değildik, denizde yüzüp eğlenen bir baba kızdık. Kampta dinlenen askerler ve ailelerine nasıl bir zarar verebilirdik ki!

Düdük çalmaya devam eden askere bir kez daha seslendim:

- Biz denizdeyiz, denizler herkesin. Siz nasıl yasak koyarsınız?

- Komutanım yasak dedi.

- Bu memlekette kanunlar var, komutan nasıl yasaklar bu denize girmeyi?

- Bilmem, komutanıma söyle.

- Çağır söyleyeyim o zaman.

Beni bu kadar kararlı gören asker, şaşırdı. "Çağır komutanını ona söyleyeyim, dediğine göre kim bu adam?" diye düşünmüş olmalı ki, sesini alçaltarak sordu:

- Kim diyeyim?

Adımı söyledim, duymadı, birkaç kez tekrarladım. Sonunda "Tamam" deyip geriye döndü. Arkadaki kulübede oturan başka bir üniformasız askeri çağırıp onunla konuştu, sonra da oyalanmaya başladı.

Biz de Aslı ile oradan ayrılmadan bir süre bekledik, yüzerek vakit geçirdik. Gelen giden olmasa da asker gözünü bizden ayırmıyordu.

Belli ki, duba da askeri tesise aitti ve oraya gitsek tam çıngar çıkacaktı. Dubaya çıkmaktan vazgeçip, yavaş yavaş geri döndük.

Akşam sohbet ederken, kaldığımız otelin sahibine anlattık başımıza gelenleri. Meğer o da "111. Nolu Mob. Hava Radar Mevzi Komutanlığı Alarm İskân Tesisleri" adı altındaki bu tatil kampından yana dertliymiş. "Geçen yıl bir Alman çift gelmişti" deyip, onların yaşadığı olayı anlattı:

"Karı koca gece yürüyüşüne çıkmışlardı. Biraz yürüdükten sonra el ele kumlara uzanıp mehtabı seyretmeye başlamışlar. Birden burunlarının ucunda bir tüfek namlusu belirmiş, bir asker, ’Kalkın burası yasak’ diye bağırıyormuş. Alı al, moru mor koşarak geri geldiler. O gün Anamur’dan ayrıldılar. Bir daha da geleceklerini hiç sanmam."

Çağdaş uygarlık kampına dahil olmaya can atan Türkiye’de böyle manzaraların hâlâ görülmesi üzücü. Bu yasakçı zihniyet, sadece "savunma içgüdüsü" ile de açıklanamaz.

Olsa olsa "soğuk savaş" döneminden kalma, özgürlükleri sınırlayarak kendini yücelten bir alışkanlığın devamıdır bu. Daha doğrusu, tarihin çöplüğündeki çürümüş anlayışın sahile vurmuş halidir.

Faruk Bildirici / Tempo / 8-14 Ağustos 2002