BÜTÜN HÜCRELERİNDE YAŞIYORDU ACIYI

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 3

BÜTÜN HÜCRELERİNDE YAŞIYORDU ACIYI

O ki, ölü yıkamaya alışkındı. Ne cesetler görmüş, yıkayıp, sarıp sarmalamıştı. Yaşam serüvenlerini noktalamış bedenlerin toprağa dönüş öncesindeki son tanığı olmuştu hep.

Yine de dayanamadı o cesedin haline. İçinin bulandığını, fenalaştığını hissetti. Masada boylu boyuna uzanan genç bedene dokunamayacağını anladı. Mermi delikleri, kasatura kesikleri, darbe izleri ve de otopsiden kalan dikişler, bırakın dokunup yıkamayı, bakmayı bile güçleştiriyordu.

İmam, dışarı çıktığında sapsarıydı. "Kusura bakmayın, ben yıkayamayacağım’’ dedi. Ölen gencin babası, boş gözlerle dinledi imamı. Bütün hücrelerinde yaşıyordu acıyı. Bedenindeki her gözenek kanıyordu sanki. Bir babanın başına gelebileceklerin en kötüsü ile yüz yüze gelmişti. Sözün tükendiği noktadaydı. Oğlunun cesedinin bulunduğu gasilhanenin kapısına yöneldi.

"Ben de geleceğim’’ diyen bir ses duydu arkasından. Küçük oğluydu. Babasının güçlükle yürüdüğünü görünce yardım etmeye karar vermişti. İki adımda yaklaştı, birlikte girdiler içeri.

İyi ki yalnız bırakmamıştı babasını. Yığılıp kalmamıştı ama ellerini bile kımıldatamıyor, öylece durmuş bakıyordu yaşlı adam. Babasını dışarı çıkardı. Ağabeyinin ölü bedenini yıkamak ona kaldı.

Önce yüzüne baktı ağabeyinin. Olup bitenleri anlayamıyordu. O askere giderken ağabeyi de Doğu’daki bir üniversitede yükseköğrenime başlamıştı. Siyasi mücadelelerden, ideolojilerden uzak ağabeyinin cezaevine düştüğünü ailesi ondan aylarca gizlemiş; ancak Ankara’ya, evine dönünce öğrenmişti olup bitenleri. Ağabeyinin nasıl bir militan haline geldiğini hep merak etmiş, babası ise her sorduğunda ayrıntılara girmemiş, geçiştirmeyi yeğlemişti. Parça bölük anlatımlardan öğrendiği, üniversiteyi terk eden ağabeyinin "Tokat kırsalında’’ yakalandığı, uzun süren gözaltı döneminin ardından önce Elmadağ, sonra Ulucanlar Cezaevine konulup yargılanmaya başlandığıydı.

Onunla oturup konuşmayı, saatlerce dertleşmeyi, olanları ondan dinlemeyi çok istemişti. Ne yazık ki, şimdi ağabeyi olanları ona sadece cansız bedenindeki yaralarla anlatabilirdi.

Nasıl olduysa oldu soğukkanlılığını korumayı başardı. Önce ağabeyinin bedenindeki yaraları inceledi. Askerde hangi merminin insanlarda nasıl yaralar bırakacağını öğrenmişti. Mermi izlerini görünce hemen tanıdı. 14’lü tabancalardan çıkan mermiler açmıştı bu yaraları.

Biraz daha aşağı indi, ağabeyinin kasığında da derin kesikler vardı. O yaralar da kasaturayla açılmış, hatta kasatura saplandıktan sonra içerde ölümcül biçimde çevrilmişti. Her şey apaçık ortadaydı; daha fazla incelemeye gerek görmedi. Su döktü, yıkadı...

PROTESTOCULARIN ELİNDE PORTREYDİ

Ağabeyini toprağa verdikleri o günü, aylar sonra ona yeniden hatırlatan, Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Brüksel’de yaşadıklarıydı. Yanındaki, yöresindeki herkes, Cem’in, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde konuşurken salona giren iki DHKP-C militanının protesto eylemini değerlendiriyordu:

- Nasıl içeri girebilmişler böyle rahatça?

- Ne kadar anlamsız, küstah bir saldırı.

Uzun süre dinledi insanların konuşmalarını. Bir gün yine "Cem’e saldırı’’ benim de bulunduğum bir ortamda konuşulurken dayanamadı. Bana döndü, "Ellerindeki fotoğrafı gördünüz mü?’’ diye sordu. "Hayır’’ dedim, hiç dikkat etmemiştim. Zaten gazeteler, militanların Ulucanlar Cezaevinde 10 mahkûmun öldürülmesiyle sonuçlanan olayları protesto ettiklerini bile satır aralarına sıkıştırmışlardı; fotoğraflarda ne olduğu seçilemiyordu.

- Ben televizyonlarda gördüm, ağabeyimin fotoğrafıydı ellerindeki. O fotoğrafı, morgda yıkadığım gün çekmiştim.

Genç adamı dinlerken anladım ki, eylem onun umurunda değildi. Ağabeyinin savundukları, ne yapıp yapmadığı da onu ilgilendirmiyordu. Asıl olan ağabeyinin ölümünü içine sindirememesiydi. Kendi cephesinden haklıydı; ağabeyini çok seviyordu.

Sohbetten uzaklaştım bir an. Özdemir Sabancı’nın katili Mustafa Duyar’ın cenaze töreninde yaşananlar gözümün önüne geldi. Duyar, bir tetikçiydi; insan öldürmüştü. Cezaevinde kim vurduya kurban gittiği haberlerinin Türkiye’de çok insanı üzdüğü de söylenemezdi. Ancak Duyar’ın cesedi toprağa verilirken ablası hüngür hüngür ağlıyordu. İki gözü iki çeşme akan o kadın da üç kişiyi öldüren bir katile değil, kardeşi Mustafa’ya ağlıyordu.

O da kendi cephesinden haklıydı. Kardeşini, yaptıklarından bağımsız olarak görüyor; "kadere’’ gözyaşı dökmekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Yoksa o da biliyordu kardeşinin eline silahı "kader’’in vermediğini...

ASLOLAN İNSAN

Sakıp Sabancı, Mustafa Duyar’ın ablasının mezar başında ağlamasını televizyonlardan izlemiştir sanırım. Büyük olasılıkla hissettiği, kardeşinin ölümünden duyduğu acının depreşmesidir. Onun tarafında yaşanan ise Duyar’ın değil, kardeşi Özdemir Sabancı’nın öldürülmesidir.

Altını çizmek istediğim şu ki, insana ilişkin hemen her konuda iki cephe söz konusu. Sevenler ve nefret edenler. Her insanın bir kardeşi, bir annesi babası, bir seveni var. Onların eylemler cephesinden değil de sevgi cephesinden bakması kaçınılmaz. Bize düşen ise herkesi, kimliği ne olursa olsun öncelikle "insan’’ olarak ele almak; nerede, ne zaman, nasıl olursa olsun ölmeye, öldürmeye karşı durmak...

"Af’’ için de, "F’’ tipi cezaevleri için de, ölüm oruçları için de aynı pencereden bakıyorum. İnsanları kendi cephelerinde rahatsız etmemenin, adalet duygularını zedelememenin de yolu tek. O da duruma ve koşullara göre değişmeyen "adil’’ bir yargı ve ceza sistemi oluşturmaktan geçiyor.

Öyle bir sistem kurulmalı ki, cezaevindeki mahkûmun da adalet duygusu incinmemeli, onun kurbanının da. Halbuki siz, cezaevlerinde sık sık doldur-boşalt yapar, isyan eden mahkûmların üzerine tüfekler kasaturalarla gider sonra da sorumlularını yargılamazsanız bırakın uygar ülkelerin sizi anlayışla karşılamasını, kendi vatandaşını bile tatmin edemeyen köhne bir devlet anlayışının temsilcisi olarak kalakalırsınız bir başınıza.

Bilmem dikkat ettiniz mi? Hiçbir Avrupa ülkesinde ne polisler silah elde yürüyüş yapıyor; ne de cezaevi isyanları yaşanıyor! "Kader mahkûmu’’ gibi demode deyimlere de orada rastlanmıyor ve cezaevi edebiyatı çok gerilerde kalmış durumda.

Cezaevi isyanları, Latin Amerika ülkelerine ve bize özgü bir vaka. Ölüm orucuna yatarak yaşamına son veren mahkûmlar bizde, dudaklarını dikerek isyan eden mahkûmlar o ülkelerde görülüyor.

Problemin özü onlarda da, bizde de aynı aslında. Sorun, insani değerleri kavrayış, insana bakış sorunu. İster mahkûm, ister hükümlü, insanı önce insan olarak kabul etmeden, "En yüce değer insandır’’ düsturunu benimsemeden hiçbir yere varmanız mümkün değil.

Diyelim, bugün "F tipi’’ cezaevlerinden vazgeçtiniz ve bütün mahkûmları Türkiye’nin o görkemli beş yıldızlı otellerine, tatil köylerine taşıdınız. Cezaevleri problemi ortadan kalkar mı? Hayır...

Ya da diyelim, cezaevlerindeki bütün mahkûmları affettiniz ve bütün suçluları sokaklara saldınız. Yeni suçlara, cezaevlerinin yeniden dolmasına engel olabilir misiniz? Asla...

Faruk Bildirici / Tempo / 21-27 Aralık 2000