BİR KURU GÜL KALMIŞTI ELİNDE

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 63

BİR KURU GÜL KALMIŞTI ELİNDE

Serin meltemleri andıran parfümünün kokusu, ürkek adımlarının tıpırtısından önce girdi salona. Upuzun masanın iki yanında bekleşenlerin başları neredeyse aynı anda döndü kapıya.

Yanılmışlardı. Ankara’dan bekledikleri şirketin yeni "iletişim danışmanı", gözlerinde önceden canlandırdıkları kadına hiç benzemiyordu. Zarif, alımlı bir kadınla karşı karşıyaydılar.

Şirket sahibi, onun masanın başında kendisine ayrılan sandalyeye yerleşmesini bekledikten sonra ayağa kalktı. Övücü sözler söyledi, "Bilimsel kariyerinin henüz başında olan bir yıldız..."

Alışık değildi övülmeye. Mahcup oldu, yanakları hafiften pembeleşti. Önündeki notlara bakarak başladı brifinge. Konuştukça açıldı, konusuna hâkim olduğunun altını çizercesine somut örneklerle süsledi anlatımını.

Rahatlayınca başını kaldırdı, bir yandan konuşurken, bir yandan da gözleri masanın etrafında ilgiyle dinleyenlerin gözlerinde gezindi. Sol tarafa bakarken, aniden beyninin kuytularında kırmızı ışıklar yanıp sönmeye başladı. Alarm, alarm...

Solda oturan sekizinci kişiyi göremiyor ama oradan garip bir elektrik alıyordu. İlk seferinde önemsememeye çalıştı, başını öbür yana çevirip konuşmaya devam etti. Fakat az sonra gözü o noktaya geldiğinde yine aldı aynı elektriği. Meraktan içi içini yedi, "Nasıl birinden geliyor bu elektrik? Neden böyle etkileniyorum?" Sözlerini noktalayana kadar da bu soruların yanıtını öğrenemedi.

- Duydum ve görüyorum ki, bu ekip bu şirketi hedefine ulaştırabilecek kalitede. Buyrun, şimdi sorularınızı alabilirim...

İşte o zaman yüreği hopladı. Soldaki sekizinci sıradan bir el uzandı, ardından da konuşmasının başından beri aldığı elektriğin kaynağı olan yakışıklı, ki gerçekten alımlı bir adamdı, masaya yaklaştı.

- Hoş geldiniz, sizi dinleyince emin oldum. Beklediğimiz sizdiniz, iyi ki geldiniz...

Sanki "beklediğimiz" değil de "beklediğim" demek istiyordu. Belli ki, sözcüklerini onu etkilemek için özenle seçmişti.

Uzun konuşmaların ardından toplantı bittiğinde kadının yanına geldi. "Siz bu kentte yabancısınız. İhtiyaç duyduğunuz anda arayın yeter. Buyrun telefonlarım." O sırada arkadaşları şaşkınlıkla onu izliyordu. Toplantılarda o güne kadar hiç konuşmayan adama bir haller olmuştu.

Kadın, teşekkür edip kartı aldı. Çantasına koymadı. Avucunda tuttu. Akşam şirket sahibinin verdiği yemek bittiğinde hâlâ elindeydi. Otele gidip, odasına yerleştiğinde kartı telefonun yanına koydu. Bir karta bakıyordu, bir telefona. "Arasam mı, aramasam mı?"

Cesaret edemedi aramaya. Balkona çıktı, denizle gözlerini baş başa bıraktı. Düşünceleri de dalgalarla birlikte salındı durdu. Nice zaman sonra yatağa gitmeye karar verdi.

Uyumaya çalışırken kart, öbür yastığın üzerinden gözlüyordu kadını. Sabaha kadar döndü durdu yatağın içinde. Ertesi gün şirkete gitmek zorundaydı.

O sabah görüşmelerini tamamladıktan sonra şirket yöneticilerine yakındı. "İzmir’i gezdirmediniz bile. Bu nasıl konukseverlik?" İtiraz ettiler. "Ama siz otele gitmekte acele edince yalnız kalmak istediğinizi düşündük." Haklıydılar.

Adam da oradaydı. "Ben size söylemiştim. Arayabilirdiniz" dedi sitemli bir sesle. Kalabalık bir grupla gidilen yemek boyunca da kara gözlerini üzerinden ayırmadı.

Kadın, otele döndüğünde kararını vermişti, arayacaktı. Odaya çıktı, hemen telefona sarıldı. "Arayabileceğimi söylemiştiniz" dedi. Neşeli bir ses cevap verdi telefonun öteki ucundan:

- Beş dakika duş, beş dakika giyinme, 15 dakika yol. 25 dakikaya oradayım.

Dediği gibi, 25 dakika sonra otelin lobisindeydi. Onu aldı, Kordon’daki bir meyhaneye götürdü. Sohbet ilerledikçe kadına sokuldu, sokuldu. Elini tuttu kısa bir an. Ayağa fırladı aniden. "Hemen geliyorum, bekle lütfen."

Yarım saat kadar sonra geldiğinde bir kırmızı gül, bir de minik bir fildişi sandık vardı elinde. "Bu saatte ancak bunları bulabildim" dedi. Saatini gösterdi, "Saat gece yarısını geçti. Artık 14 Şubat’a girdik. Bugün sevgililer günü, ben de seni seviyorum."

Düşler âleminin mutluluklar prensesi olmuş kadar sevindi kadın. Yine de içinden bir ses uyardı onu. "Sarhoş olduğun için böyle konuşuyor olmayasın?" Hınzırca gülümsedi. "Sabah şirkete benden önce gideceksin. Uçak biletimin okeylenmesini sekretere söyler misin? Biletimi unutmuşsan, bu gece söylediklerini de hatırlamıyorsun demektir."

Öğleye doğru şirkete gittiğinde ilk işi biletini sormak oldu. Bileti çoktan okeylenmişti! Yaşasın unutmamıştı, akşamki sevgi sözcüklerine inanabilirdi artık.

Ankara’ya döndükten sonra cep telefonları sevgi köprüsü oldu. Dakika başı aramalar, mesajlar derken 10 gün sonra adam, Ankara’ya geldi. Üç gün boyunca birbirlerini yudumlayıp, mutluluğu bütün gözeneklerine yaydılar.

Bir ay sonra bayram tatili vardı. Bu kez İzmir’de buluşup, tatili Foça’da geçirmeye karar verdiler. Kadın, bin bir güçlükle uçakta yer buldu. Hazırlandı, havaalanına doğru yola çıkacağı sırada telefonu çaldı.

- İzmir’e gelme! Beni bu halde görmeni istemiyorum...

O kadar, ne bir özür, ne bir açıklama. Telefonu kapattı. Ne olduğunu anlayamayan kadın çıldırmıştı. Aradı cep telefonundan. "Ne olursa olsun geliyorum."

Uçak İzmir’de havaalanına indiğinde adamın karşılayacağından bile emin değildi. Kapıda görünce sevindi. Ama duvara dayanmış, iki parmağı arasında tuttuğu sigarasından derin nefesler alan adamın yüzünde çizgi oynamadı. Siyah uzun bir palto giymiş, kulağına küpe takmıştı. Saçlarını sıfıra vurdurunca iyice belirginleşen kömür karası gözleriyle Amerikan filmlerinden fırlamış aktörler kadar etkileyiciydi.

"Bir otele bırakayım seni. Gelme demiştim." Kadın itiraz etti. "Hayır, senin yanında olmak için geldim." Israr edince evine götürmeye razı oldu. Fakat eve girdiği andan itibaren tek kelime konuşmamakla kalmadı. Hiç dokunmadı. Yatarken de aralarında kılıç varmış gibi yatağın ucuna kıvrıldı.

Gece uyku tutmadı kadını. Gün ışırken iki saat kadar daldı. Uyandığında yatakta yalnızdı. Kalktı, odaları dolaştı. Gitmişti. Yiyecek kırıntı bile yoktu evde. Buzdolabında yiyecek ararken ilaçlar dikkatini çekti. Anlam veremedi.

Bir odada ütü masasının yanında yığılmış duran gömlekleri gördü. Bilinçsiz hareketlerle ütüyü eline aldı. Kaç gömlek ütülemiş, kaç saat geçmiş farkında bile değildi ancak kapı sesini duyduğunda kendine geldi.

Darmadağındı adam. Yüzü kapkaraydı, gözleri yuvalarından fırlamıştı. "Neden böyle yapıyorsun? Ne oldu sana?" demeye kalmadan sinirle duvarları yumruklamaya başladı. "Sana gelme demiştim. Beni böyle görmemeliydin! Şimdi git buradan..."

Neye uğradığını şaşırdı, hem de korktu kadın. Çantasını kaptığı gibi fırladı evden. Kapıyı kapattı, evin önündeki merdivenlere çöktü. Siyah gözlüklerini takarken gözyaşları süzülüyordu yanaklarından.

Hançer derine saplanmış, ölümcül yara almıştı. Önemli insanlarla çalışan, başarılı ve genç öğretim üyesi olarak bilmediği bir kentte kapı önünde kalmayı içine sindiremiyordu. Gidecek bir yeri de yoktu. Çaresiz, şirketten birilerini aradı. Yarım saat kadar sonra şirketin arabası gelip aldı, şoför bir otele götürüp yerleştirdi onu.

Ertesi gün Ankara’ya döndüğünde ilk işi bir doktor arkadaşını aramak oldu. Gördüğü ilaçların isimlerini söyledi, ne için kullanıldığını sordu. "İlaçlardan hareketle tespit çok zor ama kişilik sorunları var herhalde. Psikiyatrik problemler yaşıyor anlaşılan."

Gerçekle yüz yüze gelmişti sonunda. Sevdiği adam hastaydı! Gün geçtikçe İzmir’den gelen kötü haberler arttı. Kriz yoğunlaştı, sonunda hastaneye kaldırıldı. Aylar sonra hastaneden çıktığında işinden de olmuştu.

Kadın, kaderine razı olmuştu. Tek şeyi merak ediyordu. "Gerçekten sevmiş miydi? Yoksa kriz anında bilinçsizce mi yaşamıştı her şeyi?" Doktor arkadaşı, "Zaman zaman kendine gelmiş olabilir" demişti.

Dayanamadı, gidip onu İstanbul’da, annesinden kalan evinde ziyaret etti. Adam, yalnızca "Nasılsın" dedi o kadar. Mesafeliydi. Kadın, tam çıkacağı sırada duvardaki kocaman panoyu gördü. Adam, sevgilileriyle çektirdiği fotoğraflarıyla kaplamıştı panoyu.

Acı ve merakla kendi fotoğrafını aradı kadın. Yoktu, kendisi yoktu orada. Yine de "Bu aşk ne kadar gerçekti?" sorusunu sormaktan vazgeçmedi kadın. Her sevgililer gününde geride kalan tek şey olan kurumuş gülü okşadı, yeniden yeniden sordu...

Faruk Bildirici / Tempo / 14-20 Şubat 2002