BİLGİ EDİNME HAKKI, KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI VE ARAŞTIRMACI GAZETECİLİK

...

         Gündemimiz bilgi edinme hakkı, veri gazeteciliği, araştırmacı gazetecilikte yasal ve etik sorunlar.  Bunları konuşacağız. Ama Türkiye’de gazetecilik çok zor bir dönemden geçiyor.

     Üstelik de vatandaşının denetimine açık olmayan bir devlet yapılanmasıyla karşı karşıyayız. Şeffaf bir devlet yok Türkiye’de. Halktan uzak, ona hükmeden, kendini onlardan üstün gören bir yapılanma içinde.

    Bu yapıdaki ilk gediklerden biri, bilgi edinme hakkının kabul edilmesiydi. Şeffaflığı amaçlayan bilgi edinme yasası, yaklaşık 11 yıl önce yürürlüğe girdi.  Böylece ilk kez vatandaşlar, devlet sırrı, özel hayatın gizliliğine aykırı ve ülkenin ekonomik çıkarlarını olumsuz yönde etkileyecek konular dışında devlet faaliyetlerine ilişkin soru sorma olanağına kavuştu.

    Yasaya göre, kurumlar başvuru üzerine istenen bilgi veya belgeye erişimi 15 gün içinde sağlamak zorunda. Bilgi edinmeyle ilgili itirazlar ise Başbakanlık’ta bulunan Bilgi Edinme ve Değerlendirme Kurulu’na 15 gün içinde sadece yazılı olarak yapılabiliyor. Ama maalesef yasa yeterince aktif biçimde kullanılamadı, hala da öyle. Bunun nedenlerinden biri vatandaşların bu hakkın yeterince bilincinde olmaması, diğeri ve asıl önemlisi ise devlet bürokrasisinin hala direnmesi…

    Kamu kuruluşları, vatandaşların başvurularına yeterince açık, tatmin edici yanıtlar vermiyorlar. Birkaç örnekle anlatayım ne demek istediğimi. Örneğin Emniyet Genel Müdürlüğü, Bilgi Edinme Yasası kapsamında polisin elindeki biber gazı miktarını soran avukat Emre Baturay Altınok’a “Yeteri kadar” diye yanıt vermişti. Altınok’un “2006 yılında ne kadar biber gazı kullanıldı” sorusunu da “Gerektiği kadar” diye yanıtlanmıştı.

     ‘Mayınsız Türkiye Girişimi’nden Muteber Öğreten, Genelkurmay Başkanlığı’na bilgi edinme hakkını kullanarak 2004’te Türkiye’deki depolarla toprak altındaki anti-personel mayınlarla ilgili istatistikleri sormuş ve 13 Aralık 2004’te şu yanıtı almıştı: “Milli savunmaya yetecek kadar mayın bulunmaktadır.”

    ABD Başkanı Obama’nın 2009’daki Türkiye ziyaretinde dönemin Cumhurbaşkanı Gül ve dönemin Başbakanı Erdoğan’a verdiği hediyeler Türkiye’den öğrenilemedi. Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde başvuruldu ama yanıt olumsuzdu. Aynı şekilde ABD’de başvuruldu ve oradan öğrenildi. Gül’e cam biblo, Erdoğan’a kase hediye etmişti Obama. Gerçi orada da kolay olmamış uzun bir hukuk süreci sonrasında öğrenilmişti bu bilgi ama (2010)

Bilgi edinme başvurularım

    Benim başımdan geçen bir olayı da aktarayım sizlere. IŞİD’e karşı savaşan Kürt güçlerine yardım için gelen Peşmergelerin yemek bedelini kimin ödediği sorun olmuştu. Hürriyet’in 949 liralık hesabın ödenmediği haberine itirazlar geldi. Bunu üzerine ben de konuyu araştırdım.

  Restoran sahibi ile ve valilik basın bürosu müdürüyle konuştum.  Hesabın ödendiğini söylediler. Yine de hiçbir kuşku kalmasın istedim. Bilgi Edinme Yasasına dayanarak, İçişleri Bakanlığı’na başvurdum. 12 Kasım’da geldi resmi yanıt. Şanlı Urfa Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı, kesin bir dille reddediyordu ödemeyi: “Dilekçeniz incelenmiş olup, Başkanlığımız tarafından böyle bir fatura ödenmemiştir.”

   Restoran sahibine döndüm yeniden “Hesabı kim ödedi?” diye sordum. “Kim bilmiyorum polisler geldi ödedi” dedi. Ben de bunun üzerine MİT’e sormaya karar verdim. Bu kez Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde oraya yazdım.

   “Peşmergelerin yemek faturasını teşkilatınız mı ödedi?” Cevap ne oldu dersiniz?  “İlgi başvurunuz incelenmiştir. Bilgi edinme talebinize konu hususa ilişkin Teşkilatımızda herhangi bir bilgi  bulunmamaktadır.”

   Gördüğünüz gibi ne ödedik dediler, ne ödemedik. “Yemek faturasını biz ödemedik” dememeleri de manidar ama açık bir bilgi vermediler…

      Başka bir örneği de cezaevlerindeki ölümlerle ilgili sorumda yaşadım. 2012 yılında cezaevlerinde ölenler ile ilgili bir yazımdan sonra mahkumlardan itirazlar geldi. Bunun üzerine Adalet Bakanlığı’na son 15 yılda cezaevlerinde meydana gelen ölümleri sordum. Gelen rakamlar ürkütücüydü. 1997-2011 yılları arasında cezaevlerinde tam 2497 kişi ölmüştü! Çoğunlukla eceliyle ölüm gösterilmişti neden ama nasıl olup da cezaevlerinde ölümlerin her yıl arttığı belli değildi.  Bu konuda da yeterli bilgi verilmedi.  

   Ben iki sorudan söz ettim. Ama sanmayın ki Türkiye’de gazeteciler bilgi edinme yasasını çok sık kullanıyorlar. Hiç de öyle değil. Gördüğüm kadarıyla gazeteciler, bu yöntemi nadiren kullanıyorlar.

    Ankara gazetecileri, hele de parlamento muhabirleri milletvekillerinin soru önergelerine daha çok bel bağlar. Haksız da sayılmazlar, nispeten o sorulara daha açık, daha ayrıntılı yanıtlar veriliyor…

   Veri devrimi ve Türkiye

   Görüldüğü gibi Türkiye, Bilgi Edinme Yasası ile hala başedebilmiş değil, hala bu yasa etkin biçimde işlemiyor. E-devlet uygulaması da bu konuda pek fazla ilerleme getiremedi. Dünya ise bu konuda sürekli yeni adımlar atılıyor.

    G8 ülkeleri 2013 yılında Açık Veri Şartı (Open Data Charter) adlı bir mutabakat metni imzaladılar. Bu şart devletleri, kamuya ait verilerin herkesin kullanımına ücretsiz ve tekrar kullanılabilir formatta sunmak üzere “zaten açık” bir hale getirmeyi amaçlıyor.

    2014 yılında G20 Avustralya Zirvesinde liderler, yolsuzlukla mücadelede bir araç olarak kabul ettikleri “açık veri” inisiyatifine destek verdiler.  Birleşmiş Milletler sürdürülebilir kalkınma amaçlarına ulaşmak için “Veri Devrimi” yapmak gerektiğini kabul ederek, bu yöndeki çalışmaları destekliyor.  

    World Wide Web Foundation adlı vakfın hazırladığı 2015 yılı Açık Veri Barometresi raporuna göre, resmi verilere kolay ve ücretsiz ulaşım bakımından dünyanın en açık ve şeffaf ülkesi İngiltere. ABD ve İsveç ikinci, Fransa üçüncü durumda. 86 ülkenin değerlendirildiği rapora göre Türkiye, Kosta Rika ve Malezya’yla birlikte 41. sırada. Yunanistan, Peru, Endonezya, Arjantin, Ekvator, Hindistan ve Kolombiya bizden daha açık ve şeffaf ülkeler.

       Tablo bu. Türkiye, giderek daha şeffaf bir ülke olmak yerine daha kapalı bir ülke haline geliyor. Bırakın vatandaşın resmi verilere kolay ulaşımını, devlet yasal denetim kuruluşlarından bile belge saklar hale geldi. Devlet kuruluşları, bir denetim kuruluşu olan Sayıştay’a, hatta Meclis’e bile belge vermiyor. Sayıştay’ın hazırladığı denetim raporlarının tamamı da açıklanmıyor…

 Kişisel verilerin korunması

    Bilgi edinme hakkı ile birlikte vurgulanması gereken diğer kavram da verilerin korunması. Yani devletin alabildiğine açık olması yetmiyor artık. Kişilerin özel hayatının mahremiyetinin, özel verilerinin de korunması gerekiyor. Özel verilerin korunması, dijitalleşmenin, internetin, elektronik ticaretin, sosyal medyanın hayatın her alanına sızması nedeniyle giderek daha çok önem kazandı.

       Aslında veri koruması Türkiye’nin gündemine 1981 yılında imzalanan “Kişisel Verilerin Otomatik Olarak İşlemesine İlişkin Olarak Bireylerin Korunması Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ile girdi. Ancak halen yasal bir düzenleme yok ortada.    

     34 yıldır beklenen kanun tasarısı, 26 Aralık 2014’te Meclis’e gönderildi. Ama bir türlü yasalaşamadı, seçim sonrasına kaldı.  Üstelik bu tasarı da kişisel verileri korumak bir yana Adalet Bakanlığı’na bağlı bir kurul aracılığıyla hükümetin istediği gibi kullanabilmesinin önünü açıyor. Kişinin rızasına gerek duyulmadan kişisel veriler hükümet tarafından işlenebiliyor.

  Yargısız infaz yapılan haberler

    Türkiye’de gazetecilik hep zordu. Hep devlet ile güç odaklarıyla  çatışma içindeydi medya. Her zaman sansür, otosansür, tehdit, baskı, hatta bunlar yetmezse mahkeme kararlarıyla engellemeler oldu. Her zaman cezaevine atılan gazeteciler oldu bu ülkede.

   Fakat AKP iktidarında gördüğümüz medya baskısını ancak askeri dönemlerdeki baskı ve sansür ortamıyla kıyaslayabilirim. O kadar, belki daha da ağır bir süreçten geçiyoruz.

    Hükümet, medyanın bir kısmını yandaş işadamlarına havuzlar kurdurarak, o da olmazsa kerameti kendinden menkul TMSF aracılığıyla ele geçirdi. O medya kuruluşlarını parti bültenleri haline dönüştürdü. Oralar, hem muhaliflere, hem de nispeten eleştirel gazetecilik yapmaya çalışanlara yönelik saldırı üsleri haline geldi. Muhaliflere yönelik yargısız infazların aracılığını yaptılar, yapıyorlar.

     Bunlar da yetmezmiş gibi bizzat dönemin muktediri Tayyip Erdoğan, gazete patronlarını kimi zaman açıktan, kimi zaman telefon görüşmelerinde azarladı. “Alo Fatih” diye telefonlar açtığı yandaş medya yöneticilerine fotoğraflar, televizyonlardaki altyazılar konusunda talimatlar verdi. Gazeteciler hapse atıldı.

   Hatta Erdoğan, meydan konuşmalarında yazarları, gazete sahiplerini hedef aldı.  Gazete sahiplerini vergi cezaları tehdidi altında tuttu. Medya kuruluşlarının genel yayın yönetmenlerini ve sahiplerini toplayarak, terör haberlerinin yayınlanış biçimiyle ilgili talimatlar yağdırdı. Medya sahibinin Yargıtay’daki davası için aleyhte kulis bile yaptırdı Adalet Bakanına. Hangi fotoğrafın, hangi karikatürün yayınlanacağına bile Erdoğan kendisi karar vermek istiyor.

    Gezi olayları sonrasında daha da arttı iktidarın medyaya baskısı. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sonrasında ise yayın yasakları, internet ve sosyal medya yasakları başladı. Mahkemeler de AKP’nin medyaya karşı kullandığı araçlar arasına katıldı.  Mahkemeler, Erdoğan ailesi ve Rıza Zerrab’ın tekzip makinelerine döndü. Bir yandan da sürekli yeni davalar açılıyor gazetecilere ve medya kuruluşlarına…

   Özetle böyle bir ortamda gazetecilik yapılıyor Türkiye’de. İktidar, sadece kendi istediklerinin duyulması için her aracı kullanmaktan çekinmiyor. Ana akım medya da böyle bir iktidar gücü karşısında ister istemez zorlanıyor.

Gazetecilik ölmedi

    Peki böyle bir ortamda gazetecilik yapılmıyor mu? Elbette yapılıyor, elbette gazetecilik ölmedi. 17-25 Aralık’ta ortaya çıkan yolsuzluk iddialarıyla ilgili kurulan soruşturma komisyonlarıyla ilgili yayın yasaklarına rağmen habercilik yapılması bunun somut örneğiydi. Gezi olaylarında Eskişehir’de polis dayağı ile  öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın faillerinin ortaya çıkarılması başka bir örnekti.

   1970’lerin sonunda Uğur Mumcu ve Altan Öymen ile başlayan araştırmacı gazetecilik de aynı şekilde zor da olsa hayatiyetini sürdürüyor. İktidarın baskısı, devletin şeffaf olmayışı araştırmacı gazeteciliğin önünde önemli bir engel. Bilgi ve belgelere hem ulaşma güçlüğü var, hem de ulaşıldığında kullanarak kamuoyuna iletme güçlüğü.

  Bu dönemde internet ve kitaplar, araştırmacı gazeteciler için iki önemli  kapı. Malum baskının yoğun olduğu dönemde gazeteci kitapları artar. Bu dönemde de öyle oldu. Gazeteci kitaplarının alabildiğine arttığı bir dönemden geçiyoruz. Aynı şekilde internet siteleri, bloglar ve sosyal medya da yeni bir kapı açtı gazetecilikte. Oradan bilgiler yayılıyor, iktidar engelleyemiyor.

   Ergenekon, Balyoz, Oda tv davaları gibi davalar, araştırmacı gazetecilik açısından önemli veri alanları oluşturdu. Kimi gazeteci arkadaşlar bu alana yoğunlaştı. Bazı gazeteciler, Gülen cemaati iktidar ilişkilerine, bazıları da günümüz siyasetçileri ile ilgili yolsuzluk iddialarını araştırmaya ağırlık verdi.  

   Araştırmacı gazetecilikte etik sorunlar      

 Bu araştırmacı gazetecilik çalışmalarında etik açıdan sevindirici olan yanlarından biri, eskiden sık kullanılan gizli kamera ve ses kaydı yönteminin artık neredeyse terkedilmiş olması.  Ama ne yazık ki, gizli ya da yasadışı yollarla elde edilen ses kayıtlarının, deşifrelerin yayınlanması konusunda ilkeler konusunda henüz tam bir ortak görüş oluşturulamadı medyada. Bu üzücü.

   Hala istihbarat raporu adı altında hiçbir şekilde doğrulatılmamış birtakım verilerin haber diye “haysiyet cellatlığı” yapıldığına da tanık oluyoruz. Ayrıca verilerin kaynaklarını gösterme konusunda da bir disiplin yok.

   Bilgiye objektif yaklaşılabildiği konusunda da endişelerim var. Gazeteciler de bu ortamda taraf haline geliyor, dolayısıyla elde ettiği verilere de o gözle bakıyor. Bu da verilerin nesnel değerlendirilebilmesini ve okura aktarılabilmesini kimi zaman engelliyor diye düşünüyorum.

Medyada kamplaşma

    Bütün bunlar bir yana bu dönemde Türkiye’de gazeteciliğin sanırım en zor yanı kutuplaşmış bir ortamda bağımsız gazetecilik yapmaya çalışmak. Düşünsenize toplumdaki kutuplaşmalar aynen medyaya da yansıdı. Artık ana akım medya muhalif medya tanımlamaları yetmiyor medyanın içinde bulunduğu kutuplaşmayı anlatmaya.  İktidar medyası, cemaat medyası, muhalif medya, Kürt medyası, bağımsız medya, kartel medyası… Böyle sürüp gidiyor tanımlar…

   Maalesef bu kamplaşma biz gazetecilerin yaptıklarımızın, gazetecilik ürünlerimizin algılanmasıyla ilgili sorunlar yaratıyor. Okurlar, yazdıklarımızı okurken öncelikle hangi grupta olduğumuza bakıyor; ona göre değerlendiriyor. Gazetecilik ürünlerimizi salt gazetecilik faaliyeti olarak görmüyor. Bu da üzücü bir durum biz gazeteciler açısından… Ama elbette bunu aşmak da biz gazetecilere düşüyor. Görüldüğü gibi mesleğimiz adına kat etmemiz gereken yol hayli uzun…

(Faruk Bildirici/ Bilgi Edinme ve veri gazeteciliği semineri - LegalLeaks / Best Otel/10 Nisan 2015)