BERAL MADRA

...

Türkiye’de, çağdaş sanat dünyasının önde gelen isimlerinden biri Beral Madra. Sergi düzenleyicisi ya da sanat yönetmenliği olarak da tanımlanan küratörlüğü, Türkiye’de bilinir hale getiren bir sanat insanı. Aynı zamanda sanat eleştirmeni ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Görsel Sanat Yönetmeni.

RALLİ APARTMANI: CUMHURİYET ÜTOPYASIYLA BÜYÜDÜM

Ben 1942’de İstanbul’da doğdum. Ailem Maçka’daki Ralli apartmanının dördüncü katında oturuyordu. 1952’ye kadar o güzel apartmanda yaşadık. Sonra babamın inşa ettiği Şakayık sokaktaki binaya geçtik, 1970’e kadar orada kaldık. 100 yıl önce göçmen bir ailenin yerleşik düzene geçişinin örneği söz konusu. Annemin babasının babası Batum’dan geliyor ve Laz. Babamın ailesi Kırım’ın Kefe şehrinden geliyor. Babamın babası armatör olduğu için çocuklarını çok iyi okutabilmiş. Babam Yahya Kefeli, Robert Kolejden mezun olduktan sonra Sümerbank bursuyla Londra’ya gitmiş, İmperial Kolej’de mühendislik okumuş, döndüğünde önce devlete çalışmış. Annemin babası ise cumhuriyetin kuruluş döneminde İktisat ve milli savunma bakanlıkları yapmış bir kişi, Hüsnü Çakır. Ailemde Türkiye Cumhuriyeti’nin ütopyasını kurmaya çalışan insanlar var. Bu insanların o ütopyanın bozulmasını nasıl gördüklerini gençliğimde izledim.

ÇOCUKLUĞUMUZ: ŞEHRİN KİMLİĞİNİ YİTİRMESİNE ÖFKELİYİM

Çocukluğumuzda kış aylarında Nişantaşı’nda yaşardık. Yaz aylarında da büyükbabamın Bostancı’da mendirek içinde yaptırdığı eve giderdik. Orası bir köydü, büyük bostanlar vardı. İki tarafı açık tramvaya binmek müthiş zevkliydi. Adalar, bir masal ülkesi gibiydi. O güzellikleri yaşadığım için mutluyum. Ben Marmara denizinde yüzdüm! Bostancı sahilleri pırıl pırıldı. Bunlar belleğimde bir rüya gibi kaldı. Bağdat caddesinin baştan aşağı yıkılıp yeniden yapılmasını, tramvayın kalkmasını gördüm. 80’li yılların başından itibaren kızmaya başladım o değişikliklere. Kirlenme, şehrin giderek kimliğini yitirmesi üzüntü veriyor. Öfkeli olmamın nedenlerinden biri bu. Bu öfke, on yılda bir askeri müdahalelerle karşılaşılan travmalı yılların içinden geçmiş olmamıza da bağlanabilir. Tepkimizi gösterebilmek için ya siyasete girecektik, ya da sanat alanlarında kendimizi ifade edecektik.

RESSAM OLACAKTIM: KIRILMA NOKTAM NAZİ ÖĞRETMENLERİM

Modernist bir geçmişim var. Ütopyalara inanarak büyümüş bir insanım. Kırılma noktam, Alman Lisesi’ydi. Maçka ilkokulu ve Nilüfer hatun ilkokullarında okuduktan sonra 1954’de girdiğim Alman Lisesine. Öğretmenler, savaştan çıkış bize gelmişlerdi. Örneğin İngilizce öğretmenimiz Nazi ordusunda tank subayıydı. Diğer öğretmenlerimiz de öyleydi. Biz onlardan Faşizmin, Nazizmin ne olduğunu, modernizmin artı ve eksilerini öğrendik. Alman Lisesi, iyi bir okuldu, iyi eğitim aldım. Asıl istediğim yer, akademiydi. Küçük yaştan itibaren çok resim yapardım. Babam da teşvik ederdi. Akademiye girebilseydim, belki ressam olacaktım, belki de grafik sanatlara giderdim. Akademinin resim sınavında iyi not aldım. Bir de 27 Mayıs’ın anlam ve önemi konusunda kompozisyon yazdırdılar. Bunu başaramamışım. Tam 1961 yılı. Tesadüf, karar verme aşamasında Prof.Dr.Jale İnan ile karşılaştım. O beni ikna etti. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’ne girdim. Almanca ve İngilizce bilmem yararlı oldu. 1967’de bitirdikten sonra da akademik kariyer yapmak istedim. Fakat kadrolar çok kısıtlıydı, olmadı.

14 YIL AYVALIK’TA KALDIM: BÜYÜK BİR AŞK YAŞADIM

1963’te yaz tatilini geçirmek üzere ailemin dostlarının davetiyle Ayvalık’a gittim. Orada Teoman Madra ile tanıştım. İlişkimiz 1966’da evlenerek sonuçlandı. 44 yıl oldu. Gerçekten büyük bir aşk yaşadım. O da yaratıcı bir insandı. 1960’larda soyut fotoğraflarla başladığı sanat üretimini 1970-1990 arasında soyut fotoğraf-dans ve müzik gösterileriyle geliştirdi. Eşim, babasının Ayvalık’taki zeytinliklerini ve zeytinyağı fabrikasını yönetmek zorundaydı. Ailede tek erkek o kalmıştı. 14 yıl Ayvalık’ta yaşadım. Yapacak fazlaca bir şey yoktu. Ben de evde oturup çocuk büyüttüm, iki kitap çevirdim. “Eski Anadolu mimarlığı”, Rudolf Naumann’ın Türkiye arkeolojisi için önemli bir kitabıdır. Aynı zamanda Anadolu’daki mimarlığın kökenlerini anlatır. Bir de G. Richter’in, “Yunan sanatı”nı çevirdim.

1979’DA KAYGILIYDIK: KOMÜNİST GELİN GELDİ DEDİLER

1979 sonuna doğru Türkiye’nin gidişatı beni ve eşimi çok rahatsız etmeye başlamıştı. Acaba Türkiye’den gitsek mi diye düşünüyorduk. Ayvalık bir laboratuar gibiydi. Orada biz derin devleti ve faşizmi en somut boyutlarıyla yaşadık. Otobüs duraklarında komünizmle ilgili levhalar asılıydı. Sarımsak plajında ülkücüler mi, faşist sağ mı diyeyim, onların bir kampı vardı. Militanlar kamyonla akşam üzerleri bağıra çağıra şehrin içinden geçerlerdi. Benim için “Ayvalık’a bir komünist gelin geldi” dendiğini duymuşumdur. 1980’de askeri darbe oldu. Çocuklarımız büyümüştü, eğitimi sözkonusuydu. Eşimin zeytinyağı işi de iyi gitmiyordu. İstanbul’a gelmeye karar verdik. Sezai Ömer Madra markası daha sonra satıldı.

GALERİLER AÇTIM: SANAT TİCARETİNDE BAŞARILI DEĞİLİM

1980’den itibaren çağdaş sanat alanında çalışmaya başladım. Önce Maçka’da ARMO Sanat Galerisinde yöneticilik yaptım. 1981’de ilk galerim olan Galeri BM’yi kurdum. Küçücük bir galeriydi. 80’li yıllarda Türkiye’de sanatta post modern bir kırılma yaşanıyordu. Yeni bir kuşak çok farklı bir resim anlayışıyla çıkmaya çalışıyordu. Ben de bu genç kuşağın resimlerini sergiledim. 1989’da Nişantaşı’ndaki BM Çağdaş Sanat Merkezi’ni açtım. O zaman bu işin ticaretinde çok başarılı olmadığımı, resim ya da bir yapıtı satmak istemediğimi anladım. Bunu daha çok sanatçı tanıtımı ve uluslararası ilişkiler üzerine yapılandırmaya karar verdim. 87 ve 89’daki İstanbul Bienallerinin koordinatörlüğünü yapmak benim için büyük bir deneyim oldu. Avrupa’daki sanatla ilgili gelişmeleri çok yakından takip etme olanağına sahip oldum. 1.ve 2. İstanbul Bienali, Türkiye’nin çağdaş sanat alanında uluslararası ilişkilerinin başladığı iki andır. Çok büyük ivme kazandırdı. 1987’den günümüze kadar 100’ün üstünde uluslararası sergi gerçekleştirdim. Venedik Bienalinde Türkiye’yi altı kere temsil ettim. Çok sayıda sanatçıyı oraya götürdüm. Münih’te geçen ay on sanatçıyla bir sergi açtım.

DEDİKODULAR OLDU: SANAT SEÇKİNCİ DÜZLEMDE YÜRÜYOR

İstanbul’daki 13 milyon insanın ne kadarı sanatsal faaliyetleri izleyebiliyor? İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Görsel Sanatlar Yönetmeni olarak çalışırken bunu çok yakından gördüm. Çok seçkinci bir düzlemde yürüyor. Herkesin bunu değiştirmek için çalışması gerek. Taşınabilir sanat projesiyle günümüzdeki sanatçılar bizim gibi kültür operatörleri ve yerel yöneticilerle karşılaşma olanağı buldu. İstanbul 2010 başarılı demek bana düşmez. 2010 ile kültür sanayinde büyük bir değişimin tohumları atıldı. “İstanbul 2010 macerası” diyorum. Devlet, yerel yönetimler, özel sektör ve bizim gibi bireysel çalışan insanların bir araya gelip, kamusal paradan yararlanması bir macera değil midir? Çok dedikodular, polemikler oldu. Ajansta çalışanlar, paraların kimlere hangi koşullarda verildiğine dair binlerce sayfa belge dolduruyor. Ajansın sistemi Avrupa fonlarıyla aynı. Avrupa’da her aşamada denetlenir. İddia edenin kanıtlaması gerek. İstanbul 2010, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne çok sevinerek destek verecekti. Bazı yazarlar, bunu sorgulayıp, ağır yazılar yazınca projesini geri çekti. Bunu doğru bulmuyorum sonuçta Orhan Pamuk da bu şehre bu müzeyi veriyor. Zaten altyapısını hazırlamış, büyük harcama yapmış, bundan sonrası için destek istiyordu. Kendisi bitirecek ama biraz daha uzun sürecek.

VENEDİK’TE KOKTEYL: PROJEM YOK MAAŞ ALIYORUM

Venedik bienalinde geçen yıl Orta Asya pavyonu küratörlüğünü üstlendim. Fakat öğrendim ki, Türkiye pavyonu İstanbul 2010 ile ilgisi yok. Sergi açtığım sarayı ücretsiz olarak İstanbul 2010’a tahsis ettirdim. Ajans dört bin euro kokteylin parasını ödedi. Ülkemin bu büyük olayının Venedik Bienalinde görünmesini istedim. Neden Türkiye pavyonunda İstanbul 2010 yoktu? Bu benim konum değil. Böylece kültür sanayinin gidişatına biraz müdahale etmiş oldum. İstanbul 2010’dan sadece aylık sabit maaş alıyorum, bir projem yok.

KIZIM 11 EYLÜL MAĞDURU: KIZIMDA HİTİTÇE’DEN ESİNLENDİM

İki çocuğumuz var. Son derece yaratıcı çocuklar. Oğlum Yahya Madra 37 yaşında. ABD’de Gettysburg Kolejde ekonomi tarihi hocası. Kızım Tulya Madra 40 yaşlarında. Tulya ismi aslında Hititçede var, hayat kaynağı demek. Aynı zamanda da Latince de iki “L” ile yazılıyor, o da meşhur Çiçero’nun kızı. Ben Hititçe’den esinlendim. Kızım sekiz yıl New York’ta yaşadı. Tasarım nesneleri sattığı bir dükkân açmıştı. 11 Eylül’de yıkılan kulelere yakındı dükkânı. O alan ekonomik bir çöküntüye uğradı. Bir de ABD’de dışarıdan gelenlere karşı tepki olunca kızımın morali bozuldu. “Ben Ayvalık’ta yaşamak istiyorum” dedi. Ayvalık’ta bir seramik atölyesi ve tasarım objelerinin satıldığı küçük bir dükkânı açtı. Mimar partneriyle birlikte restorasyon da yapıyor.

SOSYALİZME YAKINIM: SOLLA SANAT ARASINDA BAĞLANTI VAR

Üniversiteye girdiğimde 147’liler olayı olmuştu. Üniversitede faşist bir atmosfer vardı. Ben hep sol eğilimli arkadaşlarım ve asistanlarla anlaşabiliyordum. Mihri Belli babamın yakın arkadaşıydı. Gençliğimden beri kendimi sosyalizmi, komünizme yakın hissettim. Arkeoloji okuduğum, geleneksel sanat ve kültürle ilgilendiğim halde hiçbir zaman sağla ilişkim olmadı. Sol düşünce ve sanat arasında derin bağlantılar var. Türkiye modernizminde solla ilişkili çok üretim var. Müzelerde bu başlık altında sergiler yapılacak olsa çok malzeme çıkar. Siyasal içeriği olmayan sanatla ben ilgilenmiyorum zaten.

KÜRATÖRLÜK: SANATÇIYA PATRONLUK YAPMADIM

Küratörlük, ülkemizde fazla bilinen bir meslek değil. Küratörlük, uluslararası sanat ortamında da 1980’lerde ortaya çıkmış. Kendisine küratör diyen ilk kişi İsviçreli Harald. Küratörlüğün eğitimi yok; sosyoloji, ekonomi; antropoloji, felsefe, sanat tarihi okuyup da küratör olabilirsiniz. Küratör, sanat üretiminin toplum içinde yeniden değerlendirilmesini ya da sanat üretiminin topluma en iyi şekilde sunumunu sağlar. Sanat komiserliği de daha çok resmi bir sıfat, Venedik bienalinde kullanılıyor. Sanat yöneticisi ya da sanatçının patronu diyen de var. Müzeler ve koleksiyonerler, danışman olarak kullanmaya, onların sözlerini dinlemeye başladığında küratörler de iktidar sahibi oldu. Küratör tanıttığı zaman sanatçılar müzelere giriyor, sanatçılar tanınıyor. Aslında gerçek iktidar sanatçıdadır. Sanatçı üretmese o küratörün iktidarı ne olabilir ki? Ben genç sanatçılara imkân tanımayı önemserim. Hiçbir zaman patronluk yapmadım. Ben toplumcu, sosyalist bir insanım; hiç kimseye hükmetmeye çalışmam. 2000’lerde Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’ni kurduk. Küratörler, kültür operatörleri, gazetelerin kültür editörleri girebiliyor bu derneğe. Dernekte 40 kişiyiz. 10-12 kişi küratörlük yapıyor, iş olmadığı için birçok genç arkadaşımız yurtdışına gitti. Sadece İstanbul ile sınırlı bir alan bu.

ARŞİVİM ÖNEMLİ: KOLEKSİYON YAPMAYI ETİK BULMADIM

Koleksiyon yapmayı etik bulmadım. Hem koleksiyoncu, hem küratör kimliği çatışmalı. Hediye edilen resimleri de arşiv olarak görüyorum. 2010’dan sonra arşivim üzerinde çalışacağım. Bir kere herkesin kullanabileceği, sistematik bir şekle getirmek durumundayım. Yıldız Üniversitesi’nin sanat fakültesi kuruldu. Ben sanat yönetimi bölümü programını yaptım. Dört sene ders verdim. Artık daha çok ders vereceğim. Radikal’deki yazılarım devam ediyor.

KADIN SANATÇILAR: MİLYON DOLARLIK RESİMLER OLACAK

1980’lerin ortasında liberal ekonomiye geçişle birlikte şirketlerin vitrini olarak kültür ve sanat gündeme geldi. Koleksiyoncular ortaya çıkmaya başladı. Sanatın parayla ilişkisindeki farklılıklar oluştu. Avrupa fonlarının Türkiye’ye doğru akması çok yararlı oldu. Koleksiyoncuların artmasının sanata olumlu katkısı olacak. Şimdi üçüncü kuşak geldi. Genç kuşak koleksiyoncuların kendi kuşağını satın alması son derece olumlu bir davranış. Burhan Doğançay’ın “Mavi Senfoni” adlı tablosunun 2.2 milyon liraya satılması gibi örnekler çoğalacak. Mesela Fahrünnisa Zeyd, çok önemli bir kadın sanatçı. Onun gibi birçok ressamımızın milyon dolarlık resimleri olacak. Ölmüş ressamların eserlerinin büyük paralar edeceği muhakkak. Çağdaş sanattan ekonomik değer elde etmek istiyorsak mutlaka yaratıcı insana yatırım yapılması gerekiyor. Pasta çok küçük. Türkiye’de sanat piyasası uluslararası kriterlere sahip değil. Üretimler tüketecek kitleye ulaşamıyor. Biraz dar alanda paslaşma oluyor bu. Kadın sanatçılar arasında çok büyük dayanışmalar görüyorum. İstanbul’daki sanat ortamının dinamizmini kadınlar yaratıyor.

OKUMA ZAMANI: ROMANLAR DÜŞ KIRIKLIĞI YARATIYOR

Mesleğimle ilgili kitapları okumaya mutlaka zaman ayırıyorum. Bu da daha çok akşamları, uyumaya gitmeden önceki bir iki saat oluyor. Daha çok bilgisayarımın başında not alarak dikkatle okuyorum. Romanları da artık çok birçok kişiden okumam gerektiğini öğrendikten sonra alıp okuyorum. Çünkü çok düş kırıklığına uğradığım dönemler oldu.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 29 AĞUSTOS 2010