BAŞKALARININ HAYATINI İZLERKEN

...

Aslında haberciler de fotoğrafçılara benzer. İsimleri önde olsa kendileri hep kamera arkasında kalır. Haberlerinin kenarındaki küçük fotoğraflarıyla, ekrandaki görüntüleriyle tanınsalar da ne hayatları bilinir, ne de yaşadıkları sıkıntılar.

Çünkü onlar başka hayatların peşinde koşarlar; başka insanların haberleri, onların hayatının köşe taşları haline gelir. Kimse ilgilenmez zaten onların başlarına gelenlerle. Sadece haberci şöhret olursa değişir bu durum. Kendisi medyatik bir unsur haline gelen habercinin hayatı başkalarının hayatından öne çıkar; yaşamının tüm ayrıntıları da bilinir, sıkıntıları da, mutlulukları da.

Van depremi sonrasında da aynı şey oldu. Haberciler dört bir yandan Van ve Erciş’e koşup, insanların başına gelen felaketi aktaran haberler yaptılar, acıyı paylaştılar. Onların sayesinde Türkiye ve dünya, depremzedelere yardım malzemeleri yağdırdı. Ama kimse oradaki muhabirlerin, o haberleri aktarırken nerede kaldıklarını, ne yiyip içtiklerini, ne badireler atlattıklarını bilemedi.

Tabii bu sadece Türkiye’deki felaket haberciliğine özgü bir durum değil. Avustralyalı bilim adamı Scott Dalmond, 2004’te Endonezya’da meydana gelen tsunami faciasını izleyen gazetecilerle ilgili bir araştırma yaptı. “Birkaç şişe su, uyku tulumu ve kredi kartıyla bölgeye gönderilen” uluslararası gazeteciler ile yerel gazetecilerin çalışma koşulları arasındaki fark, Dalmond’un dikkatini çekti:

“Üzerinde durulmayan bir nokta da yerel gazetecilerin üzerindeki baskı. Pek çoğu travma sonrası stresten muzdaripti ve son derece olumsuz koşullar altında gazetelerini çıkarmaya çalışıyordu. Öte yandan, yabancı gazeteciler, üzerlerine daha fazla yük bindiriyordu, zira kendi haberlerini geçmek için yerel olanaklardan yararlanmak istiyorlardı.”(*)

DHA muhabirleri Sebahattin Yılmaz ve Cem Emir de depremin ilk gününden itibaren orada canla başla çalışan yerel muhabirlerdi. Bir yandan kendi haberleri için uğraşırken diğer yandan da kent dışından gelen meslektaşlarına yardımcı olmak için didiniyorlardı. Dahası Sebahattin Yılmaz, bir de deprem travması yaşamıştı kentteki herkes gibi. Bayram oteldeki ihmaller zincirinin oluşturduğu enkazın altında kalana değin kimselerin dikkatini çekmedi bu arkadaşlarımızın zorlu çalışma koşullarını.

Yılmaz ve Emir’in ölümünün gözler önüne serdiği gerçeklerden biri de gazeteciliğin bu ülkede ne denli riskli (hadi tehlikeli demeyeyim) bir iş olduğu. Umarım gazeteciliği ağır bir meslek faaliyeti olarak görmeyip, yasadaki “yıpranma hakkını” ortadan kaldıran hükümet de bu gerçeği görür.

(*) Gazi Üniversitesi, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Sayı 23, Yaz-Güz 2006