AYI KONSERVE YERSE

...

KIRLANGIÇ YUVASI / 38

AYI KONSERVE YERSE

Jandarma, uzakta bir karaltı olduğunu fark etti. Sallana sallana yaklaşıyordu. Makinalısına sarıldı heyecanla. Ama tetiğe dokunur dokunmaz kendine geldi. Gece görüş dürbününü alıp, bakmayı akıl edebildi. O da ne? Kocaman bir ayıydı gelen.

Jandarma izlemeye başladı. "Bakalım ne yapacak?" Ayı, arada bir durup havayı koklayarak yaklaştı, yaklaştı. Aniden yön değiştirip karakolun yanındaki yıkık dökük binaya girdi.

Ayı, oraya dökülen yemek artıklarını karıştırdı. Bir konserve kutusuyla uğraştı uzun süre. Ağzını kutunun içine sokmayı başaramayınca sinirlendi. Homurdandı. Kutuyu alıp binadan çıktı, az ilerde durdu. Ayağa kalkıp yeniden havayı kokladı. Sonra yere oturdu, elleriyle konserveyi tutup havaya kaldırdı, içindekileri ağzına boşalttı. Karnı doyduktan sonra geldiği gibi sallana sallana uzaklaştı. Jandarmanın da nöbet eğlencesi sona erdi.

Ağrı dağı, geceleri tüm heybetiyle karakolun üzerine çöküyordu. Karanlık ve sessizlikle de el ele verince korunakta nöbet bekleyen asker için zaman duruyordu. Ama o gün ayı sayesinde nöbet eğlenceli geçmişti. Nöbet sonrasında arkadaşlarına anlattı ayıyı.

Ertesi gün nöbet bekleyen jandarmalar da ayıyı gördüler. Bu başka bir ayıydı. İlkinden daha küçüktü. O da aynı şekilde harabedeki yiyecek artıklarını karıştırdı. Karnını doyurup gitti.

Sanki ziyaretlerini sıraya bindirmişlerdi. Bir gece büyük ayı geliyordu, ertesi gece küçük ayı. Arasıra bir kurt da ayılara eşlik ediyordu.

Askerler, ayıları çok sevmişlerdi. Gündüzlerin en büyük sohbet konusu ayılardı artık. İsim de koydular onlara. "Büyük panda", "Küçük panda." Panda demek ayıları sevimli hale getiriyordu gözlerinde.

Ayıların ünü, bir zaman sonra Iğdır’a ulaştı. "Ayılar jandarma karakoluna her gece gelip, konserve yiyip gidiyorlarmış." Gazeteci Aydın, herkesin gülüp geçtiği olayı duyunca ellerini ovuşturdu. "İşte haber!"

Aydın, karakol komutanını tanıyordu. Akşamüzeri birkaç konserve alıp, karakolun yolunu tuttu. Komutan da izin verince sabaha kadar oturup ayıyı bekledi. Ayı geldi gelmesine ama bir türlü yaklaşamadı. Aydın, fotoğraf çekmek için bir formül bulana kadar ayı konserveleri alıp uzaklaştı.

Ertesi akşam Aydın yine karakoldaydı. Bu kez kararlıydı, konserveyi koyup beklemeye başladı. O gece "Küçük panda" ziyarete gelince biraz cesaretlendi. Yürüyerek yaklaşmayı denedi, ayı etraftan taş, çöp, sopa ne bulduysa ona fırlattı. Aydın yine yaklaşamadı.

Ayıları kafaya takmıştı bir kere. Bir ay kadar sabırla denedi. Arabayla yaklaşmaya çalıştı olmadı, arkadan dolaştı olmadı. Yine de vazgeçmedi. Her akşam bir konserve alıp karakola taşındı.

Sonunda karakol komutanı Aydın’a acıdı. Panzeri, yıkık binanın yakınına konuşlandırdı. Aydın da o akşam konservelerden vazgeçip armut almıştı. Güzelim armutları, ayının görebileceği bir yere koydu. Panzerin içine girip beklemeye başladı.

"Büyük panda" geldi o gece şansına. İlk armudu oracıkta ağzına attı. İlk flaş patladığında ürktü. Armutları alıp uzaklaştı. 10-15 metre ilerde yere oturdu, armutları keyifle yedi. Aydın da birkaç kare daha fotoğraf çekti ve kamerayla görüntü aldı. Neşeyle Iğdır’a döndü, haberini geçti. Bir gün, iki gün bekledi. Yeniden sordu İstanbul’a. Haberi kullanmayacaklardı!

Bir aylık emek boşa mı gitsin? Ayının görüntülerini sahibi olduğu yerel televizyonda yayınladı. Iğdırlılar, uzun süre konuştular, "Ayılar armudu ne güzel de yiyordu yahu?"

Aydın da bir Iğdırlıydı, hemşerilerini tanıyordu. Nasıl haberden hoşlanırlar, neleri merak ederler hepsini iyi bilirdi. 26 yıl önce sağlık ocağı memurluğundan kovulunca başlamıştı gazeteciliğe.

Son görev yeri, Kars’ın Başgedikler nahiyesi sağlık ocağıydı. Ne doktor vardı, ne hemşire. Hele kışın kardan yollar kapanınca sağlık ocağının doktoru da Aydın oluyordu, hemşiresi de.

Bir hastanın tansiyonunu ölçmesi gerekince oldu olanlar. Tansiyon aletini hastanın bileğine değil, boynuna takmıştı. Hasta adam, az kalsın boğuluyordu. Sağ salim kurtulan hasta, Aydın’ı bir güzel kovaladı. Ve Aydın, sağlık ocağını terk edip kaçtı nahiyeden.

Iğdır’a yerleştiğinde ne yapacağını bilmiyordu. Yerel bir gazetede çalışmaya başladı. Çabuk alıştı yeni mesleğine. Büyük bir gazetenin Iğdır muhabirliğini de aldı. Haberlerini farklı bir dille, kendisini de katarak kaleme alıyordu.

Evli olan ev ekonomisi öğretmeni kadının, bir erkek memurla "gizli" ilişkisini yazarken de duygularını kâğıda döktü:

"Çok muhabbet tez ayrılık getirir. Ev ekonomisi öğretmeni bayan, aynı dairede çalışan bir erkek, evli olduklarını unutmuşlar. Muhabbetlerini sokağa taşırmış, sokak da yetmemiş yataklarına taşırmışlar."

Tabii hemen soruşturma açıldı. Âleme rezil olan kocası da kadını dövdü, kolunu kırdı. Aydın, birkaç gün sonra kadınla yolda karşılaştı. Kaçmak yerine, "Geçmiş olsun" dedi. Kadın, haberi yazan gazetecinin sadece adını biliyor, tanımıyordu. "O gazeteci var ya. Elime geçse gözünü oyacağım." Aydın, kadının kendisini tanımadığını anlayınca rahatladı. O da veriştirdi:

- Bu gazetecilerde din Allah yok. Her gün birilerine çamur atarlar.

Öğretmen kadın, soruşturma sonucunda görevden alınınca bir köye gidip biçki dikiş kursu açtı. Aydın orada da peşini bırakmadı. Kadının fotoğrafını çekip, yayınladı. Sonunda kadın Iğdır’dan tamamen ayrılıp, başka bir kente göçtü de Aydın’dan öyle kurtuldu.

1990’larda her kentte pıtırak gibi açılan özel televizyonlar, Aydın’ın gazeteciliğinde aşama yapmasını sağladı. Yerel bir televizyon kurdu. Kentte popülaritesi arttı ama mali sorunlar çıktı. Zengin bir işadamını ortak alıp yayınlara devam etti.

Televizyonda kendini buldu Aydın. Televizyon onun elinde istediği gibi kullanabileceği bir silah haline geldi. Marketten aldığı tavuk bozuk çıkınca da verip veriştirdi ekrandan; valinin astığı pankartın renklerini beğenmeyince de...

Hele bir polis memurunun, televizyonda çalışan kıza sarkıntılık ettiğini duyunca kendini kaybetti. Kız, bir süre polisle çıkmış, evli olduğunu öğrenince vazgeçmiş ama kurtulamamıştı. Polis sivil giysileriyle dolaşırken, kızı sokakta görünce zorla arabasına bindirmeye kalkmış, etraftakiler de kızı kaçırıyor diye bir güzel dövmüşlerdi. Olay iyice büyümüştü.

Aydın, Vali muavinini aradı yerinde bulamadı. Emniyet müdürü de yoktu. O sırada bir tehdit telefonu da gelince geçti kamera önüne, yayına başladı:

- Başımıza bir şey gelirse güvenlik güçlerini arıyoruz. Polisten, jandarmadan yardım istiyoruz. Peki güvenlik güçleri bizim ailemize yanlış yapınca nereye gideceğiz?

Yayın devam ederken bir polis ekibi geldi. Stüdyoya dalıp, yayını kesmesini istediler. Bağırıyor, küfrediyorlardı. Tabii o an stüdyoda olan bitenleri bütün kent izliyordu. Herkes ayaktaydı.

Az sonra vali aradı, vilayete çağırdı. Aydın, yayına ara verip vilayete gitti. Vali, emniyet müdürü, jandarma komutanı hepsi oradaydı. Vali, çıkıştı Aydın’a:

- Bir adam yanlış bir iş yapmışsa sen halka karakolu mu taşlattıracaksın?

Aydın o zaman ayıldı. Kentte büyük olaylara neden olabileceğini anladı. "Çağırın onu, yüzüne konuşup rezil edeceğim." Polis az sonra geldi. O kahraman havalarındaki adam, korkudan büzülüp sinek gibi kalmıştı. Önce Aydın, ardından vali bir güzel azarladı.

Polis, o kadarla da kurtulamadı. Vali, soruşturma açtırıp, başka bir kente sürdü onu...

Televizyon Aydın’ın hem işi hem eğlencesi. Her sabah 06.00’da kamera karşısına geçiyor, iki saat boyunca oradan buradan konuşuyor. Sağlık kültür konularına değiniyor, şiirler okuyor, pratik bilgiler veriyor.

O, televizyonculuğu seviyor. O, Anadolu’dan bir yerel gazeteci örneği...

Faruk Bildirici / Tempo / 23-29 Ağustos 2001