BEDAVA GEZİLER KÖRLEŞTİRİR

...

Amerikan Vanity Fair dergisinin, ABD’deki ilaç şirketlerinin insanlar üzerindeki klinik deneyleriyle ilgili araştırması, sıkı bir gazetecilik çalışmasıydı. Yazıda ilaç devlerinin, ABD’deki yasal denetimden kaçmak ve deneyleri ucuza mal etmek için başka ülkeleri tercih ettikleri anlatılıyor; bu ülkelerin adları da sıralanıyordu. Çin, Rusya, Hindistan, Romanya, Tayland, Ukrayna, Kazakistan, Peru, İran, Uganda’nın yer aldığı bu ülkeler arasında Türkiye’nin de adı veriliyordu. Türkiye’de tam 716 klinik deney yapılmıştı!

Ayrıca Türkiye’nin bu klinik deneylerin gözde ülkelerinden biri olduğu, eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamadan da anlaşılıyordu. Durmuş, ABD’deki bir enstitünün “umutları azalmış Türk kanser hastalarına geliştirdikleri ilaçları denemek için davet yaptıklarını, oradaki tedavilerin ücretsiz yapılacağını” söylüyordu.

Durmuş’un bu sözlerini, Vanity Fair’in araştırmasıyla birlikte değerlendirince, Türkiye’de gazetecilere ne kadar çok iş düştüğünü bir kez daha anlıyoruz. Zira yakalandığı hastalıktan kurtulma umuduyla ya da çoğu zaman üç beş lira kazanma uğruna bu araştırmalarda “canlı denek” olmayı kabul eden insanların hayatı risk altına giriyor. Dergideki yazıda da belirtildiği gibi, “canlı denekler”, bu ilaç denemeleri sırasında zarar görebiliyor, dahası hayatını kaybedebiliyor. ABD vatandaşının hayatı ne kadar değerliyse, bizim insanımızın hayatı da o kadar değerli. Bu koşulları sağlamak elbette devletin işi ama yapılan yanlışları ortaya çıkarmak da biz gazetecilerin işi.

Elbette ilaç şirketlerinin bu çalışmalarıyla ilgili gerçekleri saptayabilmek için, gazetecilerin insan cephesinde konumlanması ve bu şirketlere mesafeli durması gerek. Aramızdaki mesafeyi korumak, o şirketlerin yanlışlarını görebilmek açısından zorunlu. Aksi halde insan yanımız devreye girip, gazeteciliğin olmazsa olmazlarından sorgulama işlevimizi zaafa uğratabilir.

Ne demek istediğimi şöyle somutlaştırabilirim; bildiğiniz gibi Türkiye’de ilaç reklamları yasak. İlaç şirketleri, bu yasağa rağmen kendi reklamlarını yapmak için değişik yöntemlere başvuruyorlar. Gazetecilerin tüm masraflarını karşılayarak gezilere götürmek de bu yöntemlerden biri.

Kuşkusuz şirketler, bu gezilerde gerçeğin kendi çıkarlarına uygun yanını gazetecilere göstermek durumundalar. Yani sanal bir gerçeklik yaratıp, onun üzerinden tanıtımlarını yapmayı, hem de klinik deneyler gibi bazı şaibeli işlerini kamufle etmeyi amaçlıyorlar.

Gazeteciler de çoğu zaman, kendilerine anlatılanlarla, kendilerine gösterilenlerle yetinip, onları yazıp çiziyorlar. Kesinlikle her gazeteci, sorgulamak yerine gösterilenle yetiniyor demiyorum ama çoğunlukla böyle işliyor bu mekanizma. Çünkü biz gazeteciler de insanız, nihayetinde sizi geziye götüren insanlarla yüz yüzesiniz ve anlatılanlara inanma kolaycılığına rahatlıkla sapılabiliyor. O zaman da gazetecinin yazdığı, maalesef bir haberci yazısından çok reklam metnine ya da PR çalışmasına dönüşüyor. Maalesef bizim gazeteci olarak mesleki özen ve iyi niyetimizden bağımsız bir sonuç bu. Nitekim ilaç şirketlerinin ülkemizdeki kritik deneylerinin ayrıntılarını başka bir ülkenin gazetecilerinden öğrendik…