AYGÜN ATTAR

...

TÜRKİYE TARİHİ YENİDEN YAZILMALI ORTAK TARİH HALİNE GETİRİLMELİ

Uzun ve sancılı bir sürecin ardından Giresun Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan Prof. Dr. Aygün Attar, 165 üniversitedeki sekiz kadın rektörden biri oldu. Aygün, Cumhuriyet’in tarihinin yeniden yazılması gerektiğini savunan ve uzmanlık alanı da Ermeni sorunu olan bir tarihçi. Daha önemlisi Azerbaycan kökenli bir Türk. Bu kimliği nedeniyle de rektörlüğü Türkiye’de bir ilk.

BAKÜ: ÇOCUKLUĞUM “DEMİR PERDE”DE GEÇTİ

Sovyetler Birliği döneminde Bakü’de doğdum. O günkü çocukluğumdan geriye masal gibi bir dünya kaldı. Eğitimin, sağlık harcamalarının parasız olduğu, insanların spor yapmaları için teşvik edildiği, radyo ve televizyonların her gün ideal cemiyetin Sovyetler olduğuna dair yayın yaptığı ve dışa kapalı olduğu için demir perde denilen bir dünya. O perdenin dışında dünyalar olduğunu üniversiteye başladığım 80’li yıllarda öğrendim. Sovyetler, prestroika dönemine doğru gidiyordu. Siyasal alanda eğitim gören biz gençler, dünyada farklı şeyler olduğunu fark etmeye başlamıştık. Zaten daha önce de hocalarımız, satır aralarında Azerbaycanlı diye bir millet olmadığına dair mesajlar veriyorlardı. İnsanların nesilden nesile aktardığı bir Türkiye sevdası vardı. Rahmetlik annem ve babam da bize Azerbaycanlı değil Türk milleti olduğumuzu, bizimle aynı dili konuşan büyük bir devlet olduğunu anlatırlardı. Gecenin geç saatlerinde sesi kısılarak, Türkiye’nin Sesi ve Amerika’nın Sesi radyolarını dinliyorlardı. Onun için Türkiye’ye geldiğimde hemen TRT’yi ziyaret etmek istedim. Bizim için çok şey ifade ederdi o radyo.

MEYDANLAR: RUS TANKLARININ ÖNÜNDE DURDUM

Meydanlarda bağıran bir gençlikten geliyorum. Bahtiyar Vahapzade ve rahmetli Ebulfeyz Elçibey etkili oldu bizim Türk dünyası ile bütünleşmemizde. Ne mutlu bana ki,1960’lı yıllarda Türk olduğumuzu yazdığı için yargılanan Profesör Mahmut İsmail, doktora tez hocamdı. Prestroyka dönemiyle birlikte kendimi meydanlarda kalabalık içerisinde "Türkiye-Azerbaycan bir yürek bir can" diye bağırırken buldum. Hep de ön saflardaydım. Halk Cephesi’nde aktif bir görevim yoktu. Hiç tutuklanmadım. Ama 20 Ocak 1990’da Rus tankları Bakü’yü işgal edip acımasız şekilde katliam yaptığında gözüm bir şey görmedi, geceden sokağa fırladım. Sabaha kadar insanlarla tankların önündeydim. Rus askerleri tarafından ciddi şekilde tartaklandım. Kalaşnikof silahın namlusuyla göğsüme vurarak iteklediler, “Neden bu kadar nefretle bakıyorsun?” diye soru da sordular. O katliamın canlı tanığıyım.

DOKTORA: TEZİM AZERBAYCAN MİLLİ TARİHİNİ AKLADI

Azerbaycan Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü’nün sınavında yüksek puan aldım ve o heyecanlı duygularım nedeniyle Türkiye’yi tercih ettim. Siyaset bilimleri eğitimi almama rağmen siyasi tarihi araştırmak istiyordum. Olayları irdelerken tarih sosyolojisinin ihmal edildiğini düşünüyordum. Azerbaycan tarih biliminde ilk olarak, Azerbaycan Milli hükümetinin Türkiye’deki faaliyetinin tarihini doktora konusu olarak çalıştım. Türkiye doğal bir laboratuardı benim için. O hükümetin üyelerini Ankara’da buldum, onlarla görüştüm. O ruhu kaybetmemiş insanlarla görüşmek hayata bakışımı değiştirdi benim. O gün bugündür konferanslarımın klişeleşmiş bir ilk cümlesi vardır; “Etnik kimlikleri nedeniyle insanları suçlamak insanlığa aykırı bir davranıştır. Çünkü hiçbirimizin etnik kimliğimizi tercih etme hakkımız yoktur.” Önce TRT’nin Sesi radyosunda Azerbaycan masasında kısa süre çalıştım. Sonra Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ve Türk Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanlığında sözleşmeli personel olarak hizmet verdim. Ama bilim bana her zaman cazip gelmiştir. Çünkü Türk tarihine hizmet verebilmek için bilim camiasında hareket serbestisi daha fazla. Doktora araştırmalarımı bitirdikten sonra savunmayı da burada yapmam için ikazlar oldu. Fakat doktora diplomasının, Rusya Bilimler Akademisi’nden alınması benim için önemliydi. Bu aynı zamanda Sovyetler’in o demir perdesinin kaldırılması teşebbüsüydü. Jürideki hocalar, kitaplarında Azerbaycan Milli Hükümetini vatana ihanet eden bir cumhuriyet olarak yazmışlardı. Ben de o hükümetin “Milli ve ilk demokratik Türk Cumhuriyeti” olduğu tezini savunuyordum. İşin ilginç tarafı, doktora hocam gözyaşları içerisinde "Bugün Azerbaycan tarihinin aklandığı gün. Bizim yapamadığımızı bu küçük kız yaptı. Cesaretle ortaya çıkan bu kızımıza vicdanınızın sesini dinleyerek oy verin” dedi. Oybirliğiyle lehime oy kullandılar. Moskova’da da onaylanınca sevinç çığlıkları atarak, "Artık Sovyetler Birliği bitti. Bu çöküşünün belgesi" demiştim. O çalışmamın devamı olarak bir yıl sonra doçent oldum.

EVLİLİK: ANKARA-BAKÜ-TEBRİZ AİLEMDE BİRLEŞTİ

Sovyetler Birliği’nde doğanların hepsi Türk milliyetçisidir. Çünkü Türklükleri ezilmiştir. Türkiye’ye gelmek hayallerimizin gerçekleşmesi demekti. Türkiye’ye geldikten sonra geri dönmedim. Ankara’da, Güney Azerbaycan’dan olan şu anda eşim olan kişiyle tanıştığım zaman çok duygulanmıştım. Çünkü 1814 ve 1828’teki antlaşmalarla Azerbaycan ikiye ayrılmış, 35 milyondan fazla Türk, Aras nehrinin ötesinde kalmış. Acılı bir tarih. Anadolu Türklüğünün merkezi Ankara’da, ben Kuzey Azerbaycan’dan gencecik bir kız, Güney Azerbaycan’dan bir Türk ile bir araya geldik. Ankara, Tebriz ve Bakü, ailemizde buluşmuş oldu. Evlenince otomatikman Türkiye vatandaşı olunuyordu o zaman. 20 yıldan fazla bir süredir Türkiye vatandaşıyım. Azerbaycan’da çifte vatandaşlık diye bir yasa yoktur. Kimse benim pasaportumu da geri almadı ama ben her zaman Azerbaycan’a Türk vatandaşı olarak gidip geliyorum. Evliliğim, güney ile kuzeyin bir hasretiydi, şimdi de Türk dünyasına erişmenin huzuru ve mutluluğu.

TÜRKİYE’YE GELİŞ: PASAPORTUMU GÖREN POLİS AYAĞA FIRLADI

Pasaportumuzda milliyetimiz Azerbaycanlı olarak yazılırdı. Şimdi de Türkiye’de benimle ilgili olarak, “Azeri profesör” denilmesi hoşuma gitmiyor. Doğrusu “Azerbaycan Türkü” denilmesi. Ben de Türküm çünkü. Sadece araya zoraki bir Sovyet süreci girdi, Anadolu Türkü ile Azerbaycan Türkü arasında farklılaşma oldu. Son yıllarda farklılaşma kalkıyor, kültürel yakınlaşma yeniden doğuyor. Mesela Eurovision’da iki genç, ay yıldızlı bayrağı kaparak sahneye çıkmakla iki ülkenin duygularını ayaklandırdı. Azerbaycan ve Türkiye’nin her yıl birbirlerine tam puan vermesi de önemli gösterge. Türkiye’ye ilk geldiğimde yaşadıklarımı hiç unutamam. Sovyetler Birliği vatandaşıydım, pasaportum orak çekiçliydi. Moskova üzerinden uçakla İstanbul’a indiğimizde bir Türk polisi yanındakine "Komünistlerin uçağı indi mi?" diye soruyordu. Onu duyunca çok güldüm. Yıl 1989. Sonra Emniyet’e gittim kayıt için. Oradaki polis, pasaportta babamın adının Tayyip, annemin adının Zümrüt olduğunu görünce yılan sokmuş gibi yerinden zıpladı. Gözlerini irice açarak bana baktı. Yan masadaki arkadaşına "Yahu bu Türk" diye bağırdı. Esir Türklerle ilgili bir feryattı bu. Sonra bana defalarca sordu, "Türksün değil mi kardeşim?" diye. Dışarıda yaşayan Türklerle ilgili yeterli bilgileri yoktu. Zaten o ilk yıllarda Türkiye’den Azerbaycan’a gelenler yolda rahat yürüyemezlerdi, ağlamalar, koyunlarının kesilmesi. Bunlar çok heyecanlı dönemlerdi. Bir de bunlar geçti realiteyle karşılaştık.

AKADEMİSYENLİK: GİRESUNSPORLU ÇOTANAKLAR BENİ SEVER

Dumlupınar Üniversitesi’ne 1997’de başladım. Ondan önce de doktora kimliğimle konferanslara, panellere gidiyordum. Rus arşiv belgelerinde araştırma yaptığım için Ermeni meselesiyle ilgili olarak konuşuyordum. Hızlı olduğum dönemlerdi. Profesörlüğümü, Kütahya’da aldım. Evim Ankara’da, oraya dönmeyi düşünüyordum. Ama Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi, valilik ve üniversite Giresun’da Cumhuriyet haftası nedeniyle 2007 yılında bir organizasyon yapmıştı. Bu panele gittim. Güzel bir oturum yaptık. Konuşmamı Arif Nihat Asya’nın "Bayrağım" şiiriyle bitirdim, salon da benimle birlikte şiiri tekrarladı. Şu anda Tunceli Valisi olan Mustafa Taşkesen de "Bizim üniversitemizde hiç kadrolu profesör yoktur. Burada görev yapar mısınız?" dedi. Zaten bilimsel çalışmalarımı Türk dünyasına hizmet olarak görüyorum. Kendimi herhangi bir akademisyenden farklı görüyorum. Karadeniz de coğrafi olarak doğup büyüdüğüm bölgeye çok yakın. Ayrıca Azerbaycan Türklerinin gönlünde Karadeniz’in ayrı bir yeri vardır. "Çırpınırdı Karadeniz/ bakıp Türkün bayrağına" şiirini bilirsiniz. Karadeniz denince aklımıza hep fondaki ay yıldızlı Türk bayrağı gelir. Onun için Giresun’a gitme teklifini kabul ettim. Beş yıldır Giresun’da yaşıyorum. Ailem idealist yapımı bildiği için ben nerede olursam çoluk çocuk, aile hepimiz oraya taşınıyoruz. Herkes kalkıp geliyor, beni yalnız bırakmıyorlar. Giresunlular ile de çabuk kaynaştık. Giresunspor’un maçında "En çotanak rektör" pankartı açmışlardı benim için. Üçlü, beşli bir arada olan fındığın ismi çotanaktır. Oradan geliyor Giresunspor taraftarlarına çotanak denilmesi. Beni çok severler. Yurt içinde yurt dışında verdiğim konferanslardan bir şey talep etmem ama Giresunsporun hesabına para aktarılmasını isterim. Bizim Giresunspor, bir zamanlar Trabzonspor’dan da önce birinci ligde oynayan bir takımmış. Şimdi Bank Asya 1.ligdeyiz. Düşmekten inşallah kurtulacaklar.

REKTÖRLÜK: AZERBAYCAN’DA GAZETELER BİR HAFTA YAZDI

Ben üniversite yönetiminde mutfaktan yetiştim. Önce Ana Bilim Dalı başkanlığı, bölüm başkanlığı, dekan ve rektör yardımcılığı yaptım. Giresun Üniversitesi’ne gittiğimde iki profesör vardı ama kadroları dışarıdaydı. Üniversitenin kadrolu ilk profesörü ben oldum. Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, YÖK Başkanlığı’na geldikten sonra Fen Edebiyat Fakültesi dekanı olarak atandım. Aynı zamanda rektör yardımcısıydım. Rektörün emekliye ayrılmasından sonra 2010 Haziranında rektörlük seçimi oldu. Altı aday olarak seçime girdik. YÖK, beni liste bire yerleştirdi. Adaylardan biri tek oy almıştı, o gazetelerde haber oldu. Ama liste üçteki arkadaş istifa edince süreçte tıkanma yaşandı. Başka bir arkadaş da mahkemeye başvurdu. Hukuki süreç tamamlanınca listeye bir isim eklendi, Cumhurbaşkanına arz edildi. Sayın Cumhurbaşkanı da beni atadı. Kadın rektörler sekiz oldu şimdi. Azerbaycan’da hem iktidar, hem de muhalefet gazeteleri bir hafta boyunca “Kardeş Türkiye’de ilk kez bir Azerbaycan Türkü ve kadın profesör rektör oldu” diye yazdı. Ben zaten Türkiye-Azerbaycan münasebetlerinde yüzde 50 oradan, yüzde 50 buradan olmanın avantajını kullanıyorum. Misyonlarımdan biri; Azerbaycan Türkü olarak Azerbaycan münasebetlerinin bilimsel anlamda geliştirilmesi. Türkiye’de de gazeteler atanmamdan olumlu bahsetti. Demek ki, bilimsel birikiminizi kullanarak topluma hizmet verdiğiniz, siyaset üstü durduğunuz takdirde toplumda kabul görüyorsunuz. Petkim de bu nedenle ödül verdi.

HEDEFİM: KADIN REKTÖR OLARAK SORUMLULUKLARIM VAR

Sosyal bilimler alanında öne çıkan farklı bir üniversite kurmak istiyorum, yapacağım da. Bilimsel araştırmalara önem vereceğiz. AB projelerinden faydalanmak için de girişimlerde bulunacağız. Böyle bir üniversite hedefim var. Giresun Üniversitesi’ni cazip hale getirilmenin yolu yabancı öğrencilerin alınması. Ukrayna, Gürcistan hatta Ermenistan’dan öğrenci alınabilir. Rektör olarak hedeflerimden biri bu. İkincisi, kadın olarak kadına yönelik şiddetin önlenmesine yönelik bilimsel projeler yapmak. Göreve başladığım ilk gün kadın sığınma evlerini ve çocuk sevgi evlerini ziyaret ettim. Orada kucağımdan inmeyen Ümit Kerem adlı bir çocuk vardı, ona ’Koruyucu Anne’ olacağım. Geçen hafta o çocukları maça götürdüm. Bir diğer önemli projem; Hazar Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü kurmak. Kısa adı da HAKAREN olacak. Bunu niçin istiyorum: Çünkü 2007’de kurulan bir üniversiteyiz. Çok cesur bir şekilde dört yıl üst üste Uluslararası Karadeniz Sempozyumu yaptık. Bu yıl beşincisini yapacağız. İnanıyorum bu yıl sempozyuma Ermenistan da katılacak.

MİLLİ TARİH: KUTSAMAK DEĞİL ANLAMAK GEREK

Türkiye tek bir milli kimliğe sahip değil. Dolayısıyla farklılıkları bütün haline getiren bir milli tarihin yeniden yazımına ihtiyaç var. Milli tarih yeniden yazılırken, Türkiye odaklı olmalı ve çokluk içinde birlik ilkesi temel alınmalı. Bu coğrafyanın tarihi hepimizin tarihi. Gelişmiş ülkelerdeki gibi etnik taassup yerine devlet milliyetçiliği tanımı kabul görmeli. Bu cumhuriyetin resmi tanımının da yenilenmesi anlamına geliyor tabii. Burada rahatsız olmaya gerek yok. Türkiye’nin tarihinin yeniden yazılması, tarihi bir Türk tarihi olmaktan çıkarıp bu coğrafyada yaşayan bütün milli kimliklerin ortak tarihi haline getirir. Tarihi olayları irdelerken dönemin realitesini göz önünde bulundurmak gerek. Günümüz şartlarıyla bakarak konuşursak tarihi gerçeklerde sapmalar olabilir. Önemli olan tarihi mahkûm etmek ya da kutsamak değil, anlamak. Bu Osmanlı’da yaşananlar için de geçerli, Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşananlar için de. Eğer tarihi koşulları içinde değerlendirmezsek Osmanlı’da yaşananları cevaplandırmakta zorlanırız. Cumhuriyet’i kurduğumuz süreçte yaptığımız savaşlarla ilgili olarak da yanlış yorumlar yaparız o zaman. Bugün PKK terörü ile ilgili yapılmakta olanların da ilerde farklı biçimde değerlendirilebileceği ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor.

KİTAPLARIM: RAFLARDA DURSUN DİYE YAZMIYORUM

İngilizce’nin yanı sıra Rusça ve Farsça bilmem bana bilimsel çalışmalarımda avantajlar getiriyor. Raflarda duran değil, toplum tarafından benimsenecek kitaplar yazmaya önem veriyorum. “İran’ın etnik yapısı” kitabımın, Newsweek dergisi tarafından okunması gereken kitaplar arasında gösterilmesi, İran’ın bugün etno sosyolojik durumuna dair çok net bilgileri ortaya koyan bir kitap olmasından kaynaklanıyor. Azerbaycan’da ders kitabı olarak okutulan kitaplarım var: "Osmanlı devleti ile Sefevi devleti arasındaki münasebetler". Bir mezhep devletinin kurulmasında uygulanmış olan siyaset var orada. Yavuz Sultan ya da Şah İsmail noktayı nazarından olaylara bakarsanız, Türkiye-İran münasebetleri çok daha farklı noktaya gider. Diğer kitabım da doktora tezimdir; "Azerbaycan Milli Muhaceratının Türkiye’deki faaliyeti". Atatürk Araştırma Merkezi’nin 2006’da yayınladığı "Karabağ problemi kapsamında Ermeniler ve Ermeni siyaseti" kitabı, başından sonuna kadar Rus arşivlerindeki belgelerine istinaden yazıldı. Aslında Rus dilini bilmenin avantajıyla Ermeni tarihçilerinin klasik Ermeni tarih yazıcılığına dair yazmış olduğu eserlere ait makalelerim var.

ERMENİ MESELESİ: ORTAK ACI NEDEN VE NASIL YAŞANDI?

Bakın 2015’e yaklaşıyoruz. O tarihe bizi yaklaştıran her takvim yaprağı Ermeni meselesi ile ilgili bize karşı daha farklı, daha ciddi eylemleri getirecek. Ama Türkiye panik içinde "Böyle kapatalım, nasıl olsa dünya beni böyle tanıyor" derse bu doğru olmaz. O dönemde yaşananları ortak acı olarak adlandırmaktan yanayım. Ortak acının neden ve nasıl yaşandığını tarih sosyolojisi açısından realist şekilde irdelemek, sonra da topluma ve dünyaya anlatmak zorundayız. İkincisi, burada Ermenistan’ı da zor duruma sokan bir realite var; bu da Ermeni lobisi. Ermeni diasporası Ermenistan’ın ekonomik şartlarının kötüleşmesini ve Ermeni halkının ezilmesini görmezden geliyor. Ermeniler’in bu soykırım tanımında ısrarı ve Türkiye’nin buna gösterdiği reaksiyon bu şekilde devam ederse bir arpa boyu yol alınmaz. Uzmanlık alanı bu konu olan bir akademisyen olarak, Ermeni akademisyenlerle konuşmaya hazırım. Birbirimizi gördüğümüzde sırtımızı çevirmek bizi hiçbir yere götürmez. Fransa’daki “Utanç yasası” ile ilgili olarak 21 Şubat’tan itibaren Avrupa’daydım. Bıkmadan usanmadan kamuoyunun bilinçlenmesi yönünde çaba harcarken, 10 bin kilometreden fazla yol kat ettim. Ban Ki Moon’a mektup yazılmasında öncülük yaptım. Hocalı katliamı mitinginde İsveç’teydim. Hoşa gelmez sloganlar oldu ama o tür halk hareketlerinin kontrolü zordur. O yüzden mitingin asgari sorunla tamamlanması beni mutlu etti. Ortak bir acının paylaşımı konusunda güzel olan bir harekete yakışmayan görüntüydü. Münferit olduğunu düşünüyorum.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 15 NİSAN 2012

© 2019 Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.