ARTUN ÜNSAL

...

Öğretim üyeliği ile gazeteciliği Artun Ünsal kadar başarılı biçimde birleştiren, peynirden kan davasına, simitten anayasa mahkemesine kadar kalem oynatabilene pek kolay rastlanmaz. Onun kadar hayat dolu, onun kadar yaptığı işten keyif alana da..

TANIKTIM: 68 EFSANESİ BANA KOMİK GELİYOR

Paris hareketlenmişti, orada uslu durduk. Yabancı öğrencileri yakalandıklarında sınır dışı ediyorlardı. O riski alamazdım. İtiraf edeyim, 68 efsanesi bana komik geliyor. Oradaydım, tamam Paris’te öğrenci hareketleri oldu. Çoğu benim oturduğum semtte oldu. Tanık oldum ama içinde yer almadım. Ben hiçbir zaman 68’liyim demedim. İşçi Partisi’ne sempati duydum ama hiçbir zaman TİP’li olmadım. Bağımsız kalmayı tercih ettim. Türkiye’de bağımsız kalmak zordur ve büyük bir yalnızlık getirir. Hâlâ aynı şekilde yalnız düşünüyorum. “Artun Ünsal kendini yemeğe vurdu, peynire zeytine vurdu” diyenler oluyor. Hayır, ben Türkiye’nin her konusuyla ilgileniyorum. Yalnız ben erken öten bir horozum. Sözgelimi doçentlik tezim anayasa mahkemesi ve siyasettir. Daha iki üç yıl önce millet “Anayasa mahkemesi siyasal bir mahkemedir” dedi. O kitap bugün dahi hâlâ aşılamadı. 13 cezaevi dolaşıp yaptığım kan davası araştırması da öyle. İşin ilginç tarafı ben hiç anlaşılmayan birisi oldum. Herkes eleştirdi beni niye TİP ile uğraştın? Halbuki yeni bir oluşumdu, nitekim TİP’in Mecliste sergilediği muhalefet bugün bir klasik oldu. O tezimi 30 yıl sonra yeniden yazdım. Tarih Vakfı’ndan çıktı. “TİP: Umuttan yalnızlığa.” Yazdığım kitaplar hep uzun solukludur. Ruşen Keleş ile birlikte Türkiye’de kent ve siyasal şiddeti yazdık. İlk somut araştırmalardır bunlar.

ASKERLİK: İKİNCİ HAREKÂTTA KIBRIS’A ÇIKTIK

Doktorayı bitirdikten sonra Paris’te kalmayı düşünmedim. Döndük geldik kendimizi bir anda Türkiye’deki karışıklığın ortasında bulduk. Hacettepe’de sosyoloji bölümüne girdim. Modern anlamda hukuk sosyolojisi dersleri verdim. Sonra ne oldu? 73’te askere gittim. Genelkurmay Adli Müşavirlikte yabancı ülke askeri yasalarını tercüme ediyorum, asteğmen olarak çok şanslı bir konumdayım. Derken birden kendimizi Mamak’ta bulduk. Neticede bizim birlik ikinci harekâtta Kıbrıs’a çıktı. Mamak’tan beş kilometrelik bir konvoy halinde çıktık. Ankara’da, Konya’da, Kulu’da halk bambaşkaydı. Vatandaş o kadar yardımcı ki ben ömrümde öyle bir şey görmedim. Sakız, sigara ne bulurlarsa ciplere atıyorlardı. Onları hâlâ saklarım. İlk kez bu halkı görüyorum, Kurtuluş savaşını hayal ediyordum. Ben yurtseverim. Bunları bir gün yazacağım. Kıbrıs’ta hiç çatışmaya girmedim biz karargâh bölüğündeydik. Hani şu kadar Rum öldürdüm diyen tiyatrocu Atilla Olgaç da vardı, öyle bir şey kulağımıza gelmedi. Harekâttan sonra bayağı havan yedik. Önümde bazı kişilerin vurulduğunu gördüm. Heyecanlı, canlı bir insanım ama orada çok sakindim. İçimden korktum tabii. Bir sürü yabancı gazeteci gelince beni Basın Halkla İlişkilere aldılar. Bir gece Girne ile Lefkoşe arasında kamp kuruldu. Çadırda bir er yanımda yatıyor. Çok kötü bir koku vardı. Oğlum şu postallarını dışarı çıkar dedim. “Komutanım dışarıda bırakıyorum” dedi. Meğerse orada ölü varmış, onun kokusuymuş. Bir sefer kazara Rum bölgesine girdik, ölmekten değil ama esir düşmekten korktum. Kıbrıs’tan döndükten sonra Hacettepe’de uzatmadılar sözleşmemizi. Biz hafif ilericiymişiz. Hacettepe ve kurucusu Doğramacı daima belirsiz oynamıştır. Hacettepe’ten ayrılınca Mülkiye’ye girdim.

PEYNİR : KEÇİ ÇİFTLİKLERİNİ 15 YIL ÖNCE YAZMIŞTIM

Ben hep ilkler yazdım Türkiye’de. Peynir, zeytinyağı, yoğurt, ekmek, simit konularında da benden önce kitap yoktu. Ben batı kültürünün Türkiye şubesi olmayı her zaman reddettim. Türkiye gerçeklerinden hareket ettim, onun teorisini yaptım. En son kitabım “İstanbul’un lezzet tarihi”. Onu bir yemek kitabı basitliğinde yazmadım. Bilim adamı ciddiyetinden bir an bile ayrılmadım. Üslubun farklı ve rahat okunur olmasında gazetecilik geçmişimin etkisi var. Çok yönlülük iyi bir şey. Ama benim çok yönlülüğüm kelebek gibi ona buna dokunup geçmek değil. Mesela kimlik ve öteki konusu moda bir konudur. Hiçbir zaman yazmam. Ben sormuşumdur kendi toplumuma yararlı olabilecek hangi araştırmayı yapabilirdim? Peynir, zeytinyağı konusunda Türk üreticilerine özgüven getirdim. Benim yüzümden zeytinciliğe başlayanlar var. Benim incelediğim dönemdeki peynircilik ile bugünkü peynircilik arasında büyük fark var. Mesela zamanında yazmışım keçi çiftlikleri kurulsa ne iyi olur diye. Şimdi her yer keçi çiftliği. Keçi peyniri moda oldu. Ama ben bunu 1996’ya, 15 yıl önce yazdım. Tezim şudur, yöreselliğiniz güçlü olmadan küresel olamazsınız. Bizim peynir tüketme alışkanlıklarımız ile Fransızlarınki çok farklı. Ekmekte de öyle. Bakın biz önce ekmeği ağzımıza alırız sonra eti. Fransıza bakın önce eti alır ağzına sonra ekmeği. Ama öyle Avrupa özentili bazı yerlerde peynir tabağı önden gelmiyor mu gülme alıyor beni. Erişteyi bilmeden vongoleli (midyeli) spagetti mi istersiniz yok deniz mahsullü mü? Ona kapalı mı olacağız? Hayır. Ama kendi kültürünü de bilmek gerek. Yıllar önce yazdığım bir makalede mesela “Topkapı sarayından simit sarayına” dedim. Bilinen, sıradan bir geleneksel ürünün nasıl modern pazarlama ile nasıl hem yerelliğini güçlendirebileceğini hem de küresel olabileceğini anlattım. Simit sarayları Amerika’da açılacak yakında.

DOKTORA: PARİS’TE İKİ ÜNİVERSİTE BİTİRDİM

Annemin mutlu bekleyişiyle Fransa’ya gittiğimde yıl 1961’di. Bir yıl Fransızca öğrendim, daha önce Ankara Kolejinde okuduğum için İngilizce biliyordum. Paris Hukuk Fakültesi’nden 66, Siyasal Bilimler’den 67 mezunuyum. Hukuk ve ardından siyasal bilimler okumak beni çok yönlü olmaya itti. Tarih, siyasal fikirler tarihi, sosyoloji vs. gibi her konuya ilgi duyuyorsunuz. Türk insanı genelinde birazcık idealisttir. En azından bizim kuşak öyleydi. Acaba üniversiteye girersek Türkiye’ye daha mı yararlı oluruz diye bir düşünce tarzı oluştu bende. Türkiye’deki canlılığın yeni aktörü Türkiye İşçi Partisi’ydi. İyi bir tez konusu olacağını düşündüm. Şansıma o zaman dünyada siyasal bilimler alanında en tanınmış kişi olan Maurice Duverger hocamdı. Sanırım bir tek yabancı öğrencinin doktorasını yönetmeyi kabul etti, o da ben. Biraz gayretliydik herhalde üç yılda doktoramızı verdik. Başarılı bir öğrenci olduğumu söyleyebilirim. Fransızcayı sonradan öğrenmeme rağmen 28 yaşında, yıl kaybetmeden devlet doktorasını bitirdim.

GİRİTLİYİZ: BİRYIL AFGANİSTAN’DA KALDIM

Biz Giritli bir aileyiz. Bir yanımız Balkanlardan, bir yanımız Karadeniz’den. Anneannem annemle Rumca konuşuyordu. Ben ötekinin farkındayım çocukluğumdan beri. Anneannem başını örtmezdi. “Niye başını örtmüyorsun?” diye sorunca “Oğlum biz Evropalıyız” derdi. Sarı saçlı mavi gözlüydü anneannem. Annem de öyle. Tek esmer ben olduğum için bana Arap derlerdi. Anneannemden öğrendiğim çat pat Rumca ile Yunanistan gezilerinde hâlâ derdimi anlatabiliyorum. Babam Kabil’de Tıp Fakültesinde psikiyatrdı. Harp Okulu’nu ve Tıp Fakültesi’ni Türkler kurmuşlardı. Babam orada dört yıl kaldı. Yıl 54-58. Ben bir yıl kaldım. 12 yaşında bir çocuğun gözünden Afganistan çok etkileyiciydi. O zaman çok hoş bir yerdi Afganistan.

KOLEJ: UZUN ATLAMADA TÜRKİYE İKİNCİSİYDİM

Ali Kazancıgil, 1972’de Fransa’ya gidince Le Monde’un Türkiye temsilciliğini bana teklif ettiler. Ben de kabul ettim. Benim gazetecilikle her zaman bağlantım oldu. Paris’ten dönünce Yankı’da çalışmıştım. Ankara Kolejinde İngilizce ve Türkçe okul gazetesi çıkarmıştık. O matbaadaki mürekkep kokusunu unutamam. O yıl Fransa’ya gitmeden önce genç milli oldum atletizmde. Uzun atlamada Ankara şampiyonu, Türkiye ikincisi oldum. Tabii benim koştuğum o dereceleri şimdi bayanlar koşuyorlar ama. Çalışkan bir öğrenciydim ama hiç hafızlığım olmadı. Herkesle iyi geçinen bir gençtim. O zamanın en büyük lüksü neydi? Sinema, çay partileri. Onları ilk düzenleyen kişiyim okulda. Geçenlerde 50. yıldönümü oldu mezuniyetimizin. Bazı tipleri gördüm “Benim yüzümden evlendiniz” dedim. Benim düzenlediğim partide tanışmışlardı.

GAZETECİLİK: PARİS’TE YEDİ YIL MUHABİRLİK YAPTIM

Le Monde’un Türkiye muhabirliğini yaparken haftada bir iki yazı ve üstelik oldukça saygındım. Mütevazı olmayayım. Dengeli, bilgili olmaya çalışıyordum, analiz yapıyordum. 82’de üniversiteden, siyasaldan istifa edip birkaç ay Anka ajansında çalıştım. Çünkü üniversiteler liseye dönüşmüştü. İstifamı bir ay tuttular hem de sağ sayılabilecek bir dekandı. Hürriyet’e girince biraz bocaladım. Hürriyet’in Paris muhabiri iken gördüm ki dış haberler o kadar önemli değilmiş. Gayet güzel röportajlar, ciddi analizler yapıyordum girmiyordu. Artık gelen tiyatrocuların, açılan serginin peşindeyim! İşte Fransız kahveleri, lokantaları yahut Fransa’da Türk işçiler, bunların haberleri çıkıyor. Fotoğraflar çektim, Kamerun’a da, Hindistan’a, Irak’a da gittim. Yedi yıl sürdü Paris muhabirliğim. Yabancı ülkede yabancı muhabirler bitiyordu. Bugün artık kimse oraya yolladığınız yerel muhabirin analizine ihtiyaç duymuyor. Biz o geçiş döneminde çalıştık. Helsinki’deki Rus-Amerikan zirvesinde Gorbaçov ile Bush’a ilk kez soru soran Türk gazeteci benim. Bugün artık yabancı dil bilen gazeteci sayısı o kadar çok ki. Benim başladığım zamanlarda çok azdı.

GURME: BEN GURME DEĞİL YEMEKSEVERİM

Ben gurme değilim. Öyle yazıyorlar ama gurme değilim ben yemekseverim. Sanki gurmelik bir şeymiş gibi! Komik unvanlar! Gurme bilmem kim ne yapıyor? Türkiye’yi tanımadığından İtalyan şarapları, bilmem ne viskileri üzerinde konuşuyor. Ben 20 yıl önce yaptım televizyon programları. Hem Anadolu’yu, hem İstanbul’un her kesimini dolaştım. Ben gecekonduda da yemek programı yaptım, yalıda da. Ben kitaba soyunup, kimseye de şu programı yapayım demeyince televizyon programları devam etmedi. Belgeseller de devam etmedi. Posta’daki lokanta eleştirileri yazıyorum, haftada bir de “Tanıdık çehreler” başlığıyla insan yazıyorum. Radikal’de köşe yazarlığı yapamadım, sevmedim siyaseti. Nitekim oradaki yazıları kitaplaştırdım “Bezgin Martı ve çılgın kelebek” adıyla çıktı. Kitabın girişi de “Ben zaten hiçbir zaman iyi bir köşe yazarı olamadım” diye başlar. Ben insan yazılarını sevdim. Sözgelimi ilk Hıdırellez’i yazan benim Hürriyet’te. Onun için hem lokanta yazarım hem insan yazarım ben. Geziniyorum, fotoğraflarımı da artık kendim çekiyorum. Yemek, lokanta yazıları artık çok sıradanlaştı. Çok menfaate dönüştü rahatsız olmaya başladım. Eskiden beğenmediğim lokantaları da yazardım, şimdi beğenmediklerimi yazmıyorum. Şimdi daha ılımlı oldum.

ŞARAP: FÜZYON MUTFAĞIN ALLAHI TÜRKİYE’DE

Önölog (şarap bilimi) olduğum yanlış. Birisi Wikipedia’ya önolog diye yazmış. Sadece kötü şaraptan anlarım ama önolog değilim. Onun için hiç şaraplar üzerine yazmam. Sadece sosyal içiciyim ben. Tek bağımlılığım tütündür, o da dudak tiryakiliği. Ama Türk yemeğinden anlarım. Favorim yoktur, zeytinyağlılara ağırlık veririm. Ne de olsa Girit ahvalim var. Artık her yer Girit mutfağı, Cunda mutfağı oldu. O da güldürüyor beni. Füzyon mutfağı sözü beni güldürüyor. Türk mutfağı zaten füzyondur. Öteden beri sentez mutfağıdır. Moda tabirle füzyonun Allahı Türkiye’de. New York, Californiya, Avustralya, Japonya mutfağından. Lüks ismi bile hoş, füzyon. Benim vatandaşım füzyon müzyon anlamaz; cebinde para varsa et yiyor. Onun için ortaya karışık bir şeyler istiyor. Yormuyor kendini. Tabii belli bir zümre var yemekten de anlıyor, keyfini de çıkarıyor. Geriye kalıyor Anadolu kültürünün bekçiliğine soyunan kişiler. Diyelim Zonguldak’ta bir lise öğretmeni, atıyorum Kütahya’da bir emekli memur yerel tarihin dışında, yemekleri kültürü yazıyor. Bunlar benim gözümde çok mühim insanlar. Çünkü bunlar ölümsüzleştiriyorlar.

YENİ KİTAP: YEMEK SİYASETTİR

İspanyolca öğreniyorum kendi kendime. Fransızca bilmenin faydası herhalde. İnternetten El Mundo’ya bakıyorum bayağı anlıyorum hoşuma gidiyor. Geçen yıllarda üç kitabım peşpeşe çıktığı için çok yoruldum siyaset ile yemek ilişkileri arasında bir makalem vardı onu kitaba dönüştürmeye çalışacağım. Makalemde daha çok Avrupa değil de Türk örnekleri üzerinden gittim. Mesela Orhun kitabelerinde aç halkımı doyurdum çıplak halkımı giydirdim der beylerimiz. Topkapı sarayında her gün beş on bin kişiye yemek pişer? Neden? İktidar sahibi besleyecektir, Sosyal yardımdan tutun Kızılay çadırlarına kadar, belediyelerin yemek dağıtması hepsi yemek siyaset ilişkisi değil midir? Yemek siyasettir.

GALATASARAY: ÜNİVERSİTEDE İDEALİZM SIFIR

92’de İstanbul’a döndüm. Hür Fm’i ben kurdum. Bence Türkiye’nin en iyi radyosuydu, o zaman. Sonra Kanal D’ye geçti. Radyodayken Boğaziçi’nde bazı derslere gidiyordum. Ne de olsa üniversite çekiyordu. Mülkiye’den profesörlüğe dört ay kala istifa etmiştim. İçimde ukde kalmıştı. 1994’te Galatasaray Üniversitesi açılınca profesörlüğümü orada aldım. Emekli oluncaya kadar Siyasal Bilimler Bölümü başkanlığını yaptım. Doktora düzeyinde dersler oluyor bazen. Şiir ve siyaset, yemek ve siyaset gibi konuları veriyorum. İtiraf edeyim hocalıktan eskisi gibi zevk almıyorum. Mülkiye’deki dersler gibi değil artık. Üniversite çok değişti. Çok tweet, çok Facebook vaziyetleri, idealizm sıfır. Bu beni üzüyor. Ne bileyim pırıl pırıl çocuklarımız da var. Fakat Türkiye biraz lay lay lom gidiyor. Yaşım 70’e gelip geriye bakınca “Allahım utanacak hiçbir şey yapmadım iyi kötü bu memleketi sevdim” diyorum.

ŞİKE: FUTBOLDA SİYASETİN ETKİLERİNİ GÖRDÜM

Şike en aktüel konu. Onda da devletin denetimlerinin yetersizliği önemliydi. Nasıl bugün küreselleşmenin önüne geçemeyeceksek futbolda da ticarileşmenin ekonomik büyümenin önüne geçmek mümkün değil. Zaten bu arzu edilebilir bir şey de değil. Bir eğlence sektörü oluştu. Kazanmak çok önemli bu yüzden. Ben 2002’de “Tribün cemaatinin öfkesi” adlı çalışmamı yaparken şikenin izlerinden çok siyasi etkileri görmüştüm. Hakemler, kulüpler üzerinde siyasi etkiler vardı.

SEVMEK ZOR İŞ: AŞK DÜDÜKLÜ ŞEKERDİR

Aşk düdüklü şekerdir demiştim. Çünkü çalıyorsunuz bitiyor. Her aşk bitmek zorunda. Belki yeni aşklar olabilir. Mani yok. Önemli olan ne biliyor musunuz? Sevilmekten çok sevebilmek! İnsanı, hayvanları, doğayı, herkesi sevebilmek! Yahu ne bu peygamber misin denebilir. Yoo sevmek çok zor bir iş. Beceremiyor Türk halkı. O beni çok üzüyor. Birbirimizi sevemiyoruz, güvenmiyoruz. Anketlere bakınız kimse kimseye güvenmiyor.

FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 14 AĞUSTOS 2011